Eyl 6 2013

2013’ün en iyi 3. seyahat blogu seçildik!

İlk ödülümüzü 2009 yılında almıştık. Yola çıktıktan tam 2 sene sonra.

Bu sene ise Seyahat Blogları Topluluğu ve Momondo tarafından düzenlenen ‘Türkiye’nin En İyi Seyahat Blogları’ yarışmasında halk oylamasında 1. jüri değerlendirmesinde ise 3. olduk. Bu ne demek? Her sene artan ziyaretçi demek, her sene daha da çok sevilmek demek, nereye gitmeli denince akla gelen ilk sitelerden biri olmak demek… :) Bu bizi çok mutlu ediyor..

İlk yazılarımızdan bu yana çok şey değişti ama değişmeyen tek bir kriterimiz var ‘samimi olmak’. Yaşadıklarımızı tek tek yazdık bugüne kadar. İyisiyle kötüsüyle… Bundan sonra da aynen devam edeceğiz gücümüz yettiğince.

Gelen güzel mesajlarınız ve destekleriniz için teşekkür ediyoruz. Nice gezilerde görüşmek üzere..

Sevgiler.
Çiftçigüzelleri


Ağu 21 2013

”Es..es..ki..ki” Eskişehir

”Eskişehir tam bir Avrupa şehri”, ”Çok modern bir şehir”… gibi konuşmalara hep şahit olmuşsunuzdur. Bizim de Eskişehir’li bir çok arkadaşımız var ve onlar da hem bahsederler hem de davet ederlerdi bizleri. Bayramın ilk günü İstanbul’da aile buluşmamızı gerçekleştirdikten sonra ikinci ve üçüncü günü için Eskişehir’e doğru yola koyuluyoruz. Bu sefer turumuz çoluk çocuk kalabalık..

Odunpazarı içerisinde Han Royal Otel’de yerlerimizi ayırtıyoruz ve sabah 8.00 gibi yola koyuluyoruz. Yol, 300 km’lik İstanbul’a olan uzaklığı ve sakin bir kullanım ile 2.5 saat sürüyor durmaksızın.. Zaten bayram için gidenler bu saate kalmadığından yollar sessiz ve ıssız..

Şehir merkezine geldiğimiz bütün yollar bulvarlar özenle düzenlenmiş hissi veriyor. Kimi şehirlere girerken (örn. Bursa, İzmir..) şehrin gecekondu dokusu, beton yığınları, karmaşası sizi sıkar. Halbuki şehrin tamamı böyle olmasa da ilk izlenimler heyecan yaratmaz. Burada tam tersi. Yeşillikler, geniş yollar, bisiklet yolları, mahalle aralarındaki parklar.. İnce ince düzenlenmiş, titizlikle yerleştirilmiş gibi duruyor. Navigasyonumuz ile Odunpazarı’na kadar rahatça ulaşıyoruz. Otelimize gitmeden Odunpazarı merkezinde Tiryakizede Camii‘nin hemen yanında İnci Börek Aile Çay Evi‘ni görüyoruz. Burası sabah akşam sürekli kalabalıktı.. Biz de sabah sabah hem çocukları doyurmak hem de çayımızı yudumlamak için duruyoruz. İlk dikkatimizi çeken sokakların ne kadar temiz olduğu. Bağırtı gürültü yok. Tarihi Odunpazarı Evleri Türk mimarisinin özgün örneklerini bizlere hatırlatıyor ve gezmek için sabırsızlanıyoruz.

Artık öğlen olmakta ve hemen otelimize gidiyoruz. Odalarımızın bir kısmı hazır bir kısmı değil. Bu sebeple bebek arabalarını alıp akşama gelmeyi planlıyoruz. Malum gezi listemiz kalabalık.. Otel görevlileri bıkmadan usanmadan bizim her sorumuza cevap veriyor, anlatıyorlar.. Bir harita temin ediyoruz. Haritadan anlıyoruz ki Eskişehir profesyonelce hazırlanmış turistlere.. İlk rotamız Kurşunlu Camii..

Otelimize 5 dakika yürüme mesafesinde olan Kurşunlu Camii ve Külliyesi 1515-1525 yıllarında saray mimarı Acem Ali’ye yaptırılmış. Külliyenin kervansaray kısmının da Mimar Sinan tarafından yapıldığı bilinmekte. Bu eser Mimar Sinan’ın Eskişehir’deki tek eseri. Külliye içerisinde Camii, Lületaşı Müzesi, El Sanatları Çarşısı, Cam Sanatları Merkezi ve Semahane bulunmakta. Cam sanatları müzesi içerisinde belirli saat aralıklarıyla cama nasıl şekil verildiği gösteriliyor. Bir cam ustası 1200 derecelik fırınlarda gözlerinizin önünde sanatını konuşturuyor ve bizler de ağzımız açık izliyoruz. Bu gösteriyi kaçırmayın sakın. Lületaşı Müzesi yine aynı şekilde heyecan verici, El Sanatları Çarşısı’nda ise hediyelik eşyalardan tutun da, Hat Tezhip gibi Türk Süsleme Sanatları’na ait eserler alabilirsiniz..


Biraz daha aşağıya yürüyoruz ve Atlıhan El Sanatları Çarşısı‘nı geziyoruz. Bu han 1850’li yıllarda pazarda mallarını satmaya gelen insanların kendilerinin ve hayvanlarının konaklamaları için yaptırılmış.. İki kattan oluşuyor ve tamamen el sanatları ürünlerinin yapıldığı ve satıldığı bir yer halinde turistleri ağırlıyor. Burada bir miktar hediyelik alıyoruz eşimize dostumuza ve şimdiki durağımız karşıdaki fırın. Evet bildiğiniz fırın. Fırının önünde bir askı ve üzerinde yazı: ”Bu askıdaki ekmekler ihtiyaç sahiplerine ücretsizdir”. Yani o kadar okuduk duyduk ama burada gördük. Çok keyiflendik. Kesinlikle her yere yaygınlaşmalı. Askıdaki ekmekler bir artıyor bir azalıyor kimin aldığını görmüyorsunuz ve çok büyük bir haz alıyorsunuz. Biz de hemen askıya ekmek takıyoruz.

Hava çok sıcak ama biz ara sokaklarda yürüyoruz. Sokakların her biri nefis. Evler şahane. Kimi daha yeni restore oluyor, kimi bitmiş. Aşağıya Porsuk Çayı‘na, yani şehir merkezine kadar 15 dakika yürüyoruz. Bir yandan tramvay geçiyor modern yüzüyle, diğer yanda Porsuk Çayı’nda tekneler ve gondollar ilerliyor. Her yer dolu, kıpır kıpır.. Bu şehir gerçekten hareketli ve neşeli. :) Çok sevdik bu şehri.

Gondol gezisi kas gücü gerektiğinden oldukça kısa sürüyor ancak biraz daha ileride Hollanda kanallarında görmeye alışık olduğunuz türden tekneler ile daha uzun bir tur yapma şansınız var. Biri toplam 20 dakika süren gezinti turu, diğeri şehrin diğer ucu otogara kadar götüren dolmuş botu.. Artık nasıl denirse :) Biniyorsunuz otogarda iniyorsunuz. Kısa tur yaptık çocuklarla. Hava çok sıcak olduğundan tekne içerisi çok ısınıyor, yeterli geldi :) ..

Bir şehri en iyi tanımanın yolu toplu taşıma ile bir şehir turudur der dururuz. Burada da Eskart alıp tramvaya biniyoruz. Biraz pişman oluyoruz çünkü çok kalabalık. Bebek arabaları bu noktada bize sıkıntı oluyor. Son durak otogar orada da iniyoruz zaten. Yolun karşısında KentPark var. Nefis bir park. Çocukların özgürce koşup oynayabileceği, isterse midilli atlara binebileceği, isterse 5 tl karşılığı halk plajından havuza gireceği (özel plaj 20 tl), acıkırlarsa ailelerin güzel kafelerde yemek yiyebileceği nefis bir yer! Yani bir şehirden beklentiniz daha ne olabilir ki. İnsanca yaşamak. Eskişehir bunu hakikaten çok güzel başarmış. Kocaman bir tebrik!

Akşama kadar parkta vakit geçiriyoruz. Hem biz dinleniyoruz, hem çocuklar neşe ile cıvıldıyorlar. Akşam yemeğimizi Çibörek ile yapmak istiyoruz. Kırım Çibörekçisi‘ni öneriyor herkes. Bizde yürüye yürüye yerini zar zor buluyoruz. Telefon açıyoruz gitmeden ama bize 20.30’da kapanıyoruz gelmeyin diyorlar. Daha yarım saat var ve açız! :) nasıl koştuğumuzu bilemedik. 20.10’da oradaydık. Biraz suratlar düştü biz kalabalık ve kapanmaya yakın gidince ama lezzet güzeldi. Çalışanlar ile daha sonra sohpet ettik ve kapanmaya yakın gelince eldeki hamurdan bize yetirmeye çalışmışlar, gündüz gelin daha güzel çibörek yersiniz diye de tembihlediler. Bir porsiyonda 5 adet var ama açken insan en az iki porsiyon götürür diye tahmin ediyoruz. :)

Otele’de yürüyerek dönüyoruz, ama artık herkesin pestili çıktı. Nasıl uyuduğumuzu bilemedik. Bu arada biraz Han Royal Otel’den bahsedelim. Kaldığımız yer bir butik otel ve geçen sene (2012) açılmış. 12 odası olan otelde herşey tertemiz ve güzeldi. Kahvaltıda oldukça doyurucu ve ne kadar isterseniz ek yapabiliyorlar. Otopark yok, sokaklarda bulduğunuz yere park ediyorsunuz ama her yer müsait olduğundan bu noktada sıkıntı yaşanmıyor.

Ertesi sabah ilk iş yine ara sokaklardan yürüyerek Osmanlı Evi‘ne gitmek. Gidiyoruz ama kapalı. Oldukça güzel ahşap işçiliği olduğu söylenen evin diğer bir özelliği de Atatürk’ün geldiğinde bu konakta misafir edilmesi. Sıra, filmini izlediğimizde bizlerde derin izler bırakan Devrim Arabası‘nı görmekte. TÜLOMSAŞ fabrikasına gidiyoruz. Görevliler tüm nezaketiyle bizi karşılıyor. Bir görevli bizimle gelip bir yandan etrafı anlatıyor, diğer yandan şehirle ilgili güzel bilgiler veriyor yardımcı oluyor. Fabrikanın içerisi de çok güzel. Devrim Arabası’na gidene kadar yeşillikler ve ağaçlar arasından ilerliyorsunuz. Cumhuriyet dönemi mimarisine sahip fabrika halen çalışır durumda ve kazalı-arızalı trenlerin tamir ve bakımları yapılmakta.

Gelelim ”Devrim”e. Türkiye’nin ilk otomobili. Oldukça kısa bir sürede tasarımından üretimine tamamen bize ait. Arabaya özel bir camekan yapmışlar dış etkenlerin olumsuzluklarından korumak için. Tarifi anlatılmaz bir burukluk kaplıyor içimizi. Bu kadar büyük bir projenin bu kadar kısa bir sürede çöpe atılması, emeklerin heba edilmesi anlaşılır gibi değil. Belki de şu anda otomobil sektörümüz dünyaya yön veren bir konumdaydı. Neyse sinirimizi bastırıyoruz, ne de olsa gezi blogu bizimki :) .. Biraz resim çektikten sonra şehrin diğer tarafında Anadolu Üniversitesi‘nin tam karşısında Havacılık Müzesi var. Çocukların ilgisini çeker diye düşünüp rotamızı oraya çeviriyoruz.

Bir dönem Hava Kuvvetlerimize hizmet etmiş uçak, helikopter ve gereçleri burada duruyor. Çocukken her geçişlerinde modellerini saydığımız devasa uçaklar şimdi burada sessiz ve yorgun bize bakıyorlar. Ayrıca kahraman şehit pilotumuz Cengiz Topel‘in bir heykeli de bulunmakta.

Tren otogarı’nın önnünden geçerken Köfteci Ali tabelasını görüyoruz. Arkadaşlarımız daha önce önermişlerdi burayı. Hemen durup köfteleri midemize indiriyoruz. Lezzetli köfteler midemizi bozsa da denemekte fayda var. Yemek molasından sonra otelimizde dinleniyoruz, çocuklar öğlen uykusuna yatıyor. Biz de biraz lak lak yapıyoruz otelin arka bahçesinde.

Uyandıklarında ilk işimiz Sazova’daki Bilim ve Sanat Parkı oluyor. İçerisindeki tren ücretsiz. Parklar harika. Yeşillikler muhteşem. Daha ne diyelim. Bir Avrupa kentinde parka giriyormuşçasına modern ve güzel. Emeği geçenlere bir kez daha tebrik! Buradaki korsan gemisi bire bir boyutta inşa edilmiş. İlerideki şatonun her bir kulesi aslında Türkiye’deki bir kule, espri müthiş! Çocuklar ne mi yaptı? Hepsi çıldırdılar.. Yorulduklarında bir şeyler içebileceğiniz restoran ve kafeler de mevcut.. Akşam gezimizi bitirdik ve bayram trafiğine kalmamak ve sabah erkenden yola koyulmak için otelimize döndük.

Gelelim Eskişehir’e: Keşke Anadolu’daki bütün şehirler burası gibi olsa. İnsanlara hakettikleri gibi bir şehir yapmak demek ki istenince oluyormuş. Bir başka alkışlanacak durum da; şehrin coğrafi olarak düz yapısı bisikletli kullanıma da olanak vermiş, belediye de çok güzel değerlendirip bisiklet yolları yapmış. Vallahi bravo! Emeği geçen herkese bravo!.. Merak ettiniz değil mi Eskişehir’i. Bir gün de olsa atlayıp gelin. Hatta hızlı tren ile birlikte günübirlik bile çok rahat gelinebilir.. :)


May 17 2013

15 günde 3000 km 4.Bölüm: Tokat; Ballıca Mağarası, Sivas; İnkilap Müzesi, Çifte Minareli Medrese, Buruciye Medresesi, Konya; Mevlana Müzesi

3. bölümü kaçıranlar buraya tıklayın :)

Amasya’dan çıkıyoruz, elma alalım, yol neredeydi falan darken saat 10.00 oluyor. Hedefimiz Sivas ancak yol üstü duraklarımıza Tokat Ballıca Mağarası ve öğlen acıkacağımızdan meşhur Tokat Kebabını ekliyoruz.

Yollar konusunda hiçbir sıkıntı yok. Keyifli ve güzel bir şekilde yolculuk yapıyorsunuz. Her yer duble yol olmuş. Tokat’a varmak üzereyken Ballıca mağarasının ününü duyduğumuzdan buraya uğramaya karar veriyoruz, Amasya – Tokat yolundan içeri giriyoruz, köylerin arasından geçiyor dağ tepe çıkıyoruz, bütün bunlar yarım saat sürüyor. Ballıca mağarası oldukça büyük bir mağara yüzlerce basamak ile inip çıkılıyor, içerisinde çok büyük galeriler mevcut. Oğlumuz ise çoktan öğlen uykusuna geçmiş durumda.. Bu yüzden arabada birimiz bekleyip tek tek içeri giriyoruz. Nefes nefese kalıyoruz inip çıkarken :) Görülmesi gereken bir yer ancak biz o kadar çok mağara gezdik ki burası artık bize heyecan vermiyor.

Tekrar Sivas yoluna çıkıyoruz, bu arada araştırmalarımızdan Mehmet Yaşin’in de beğenerek yediği Şehrazat Park Restorant’ta Tokat kebabı yemek için duruyoruz. Sivas yolu üzerinde, yeri oldukça basit ama Tokat çıkışında. Aracımızı park ediyoruz ve oğlumuz uyanıyor. Şehrazat Park Restorant oldukça büyük bir bahçesi olan yeşillik güzel bir yer.. Tokat kebabı yemek istediğimizi söylüyoruz. Garson siparişleri alıyor ve gidiyor. Önden aperatifler getiriyor. 10-20-30 dakika derken biz artık daralıyoruz ve nerede kaldı diyoruz.. Tokat kebabının dinlendire dinlendire pişirildiğini ve bu sebeple 45 dakikada masaya geldiğini öğreniyoruz. J Açlıktan hapur hapur götürüyoruz ancak yemesi zahmetli, lezzet açısından ise ortalamada kalıyor bizim için. Bu tarz yerlerde genelde televizyonlara çıktıktan sonra meşhur olunuyor ve genelde hizmet kalitesi ve lezzet Avrupa’da daha yukarılara çıkarken bizde tam tersi oluyor ve aşağıya iniyor. (Bu dediğimiz kesinlikle tecrübeyle sabittir :) .. Şehrazat Restorant için geçerli değil ancak bugüne kadar bir çok yerde yemek yedik bu şekilde adını duyuran ve şişirilmiş fiyatlardan tutun da sizing yüzünüze bilen bakmayan lokanta sahiplerine rastladık.. O yüzden televizyonlarda gurmelerimiz tarafından övgüyle bahsedilen yerlere giderken iki kere düşünmek lazım..)

Yedik içtik derken saat geç oluyor tabiki. Sivas’ta konaklama yapacağımızdan içimiz rahat ancak bir anda Sivas Kongresi’nin yapıldığı o muhteşem bina ‘İnkılap Müzesi’nin kaçta kapanacağı bize dert oluyor.. Yol bitmek bilmiyor gidiyoruz..16.30’da müzenin bulunduğu Alana geliyoruz telaş içerisinde. Arabaya park yeri bakarken bir yandan da arkada oğlumuzu hazırlıyoruz hava serin.. Araba içerisinde bir telaş havası hakim. Saat: 16.45.. Park yeri bulduk koşarak müzeye gidiyoruz. 16.50 içeriye adımı atarken girişteki memur gayet rahat bir tavırla ‘Gapandı gardeşim..’ diyor.. Kaçta kapanıyor diye soruyoruz 17.00 diyor. Eee daha 10 dakikamız var dedik ama dinlemiyor kapandı diyor başka bir şey demiyor. Yahu kardeşim bizden başka kimse yok. 2 yetişkin ve 2.5 yaşında bir de çocuk. Girsek ne olur kaç yüz kilometre yoldan sırf burası için gelmişiz adama anlatıyoruz..yok! Argghh!! Kendisi kraldan çok kralcı olduğu için geri adım atmıyor.. Bütün bunlar olurken müze müdürü çağır diyoruz.. Müdür gelince kendisine de yüzlerce km öteden müze için geldiğimizi anlatıp ‘Gezip Gördük’ kartvizitimizi gösteriyoruz. Kendisi tabiki buyrun diyor ancak hızlıca gezmemizi rica ediyor. Derin bir oh çekiyoruz.. Müze kartımız da olduğundan ücretsiz giriyoruz.

Üst kata çıkıyoruz. Bir ülkenin tohumlarının atıldığı alanlarda dolaşmak çok heyecan verici. Her odada ayrı bir anlatım var. Toplam 10 dakika içerisinde gezip çıkıyoruz. Fotoğraflar da bu yüzden istediğimiz gibi değil ama sizlere bir fikir verebilir kabaca.

Müzeden çıkınca bulunduğunuz meydan aslında şehrin de merkezi. Zaten bir çok önemli eseri de burada göreme şansınız var. Çifte Minareli Medrese (1271), hemen karşısında Şifaiye Medresesi (1217) Buruciye Medresesi (1271), Kale Camii (1574)’ni görebilirsiniz. Şifaiye Medresesi kapalı olduğundan içerisini göremedik ancak medreseyi yaptıran Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus ve ailesinin türbesi olduğunu biliyoruz. Buruciye medresesi içerisinde ise medreseyi yaptıran Burucerdioğlu Muzaffer bey ve ailesinin türbesi bulunuyor. Bu alanın karşısında Valilik binası bulunuyor, kendisi son derece güzel ve tarihi görünümünü koruyor. Bizden de alkış alıyor. Alışık değiliz böyle güzel devlet binası görmeye. :)

Aslında buradaki eserlerden de Sivas’ın tarih boyunca ne kadar önemli bir yer olduğunu anlıyorsunuz. En güzel Selçuklu mimarisini ve taş işçiliklerini burada görebilirsiniz. Hava kararmak üzere olduğundan ve artık yorulduğumuzdan Divriği’ne (160 km) gidemiyoruz. Otelimizi bulalım diye düşünürken aslında buraları gezdik yarın yola çıkacağımıza geceyi yolda geçirip Konya’ya varalım diyoruz. Eh peki o zaman.. tekrar yola koyulduk..

Konya’yı arayıp otelimizi (Rixos – 120 TL aile oda fiyatı) ayarlıyoruz. Yolun 5 saat süreceğini benzinciden öğrenip, devam ediyoruz. 1.5 saat sonra Kayseri’ye varıyoruz. Geçtiğimiz yollar nefis, yeni bitmiş ve neredeyse otoban gibi. Akşam yemeğimizi bir alışveriş merkezinde yapıyoruz. Gece 12 gibi Konya’ya giriyoruz ve hemen o yorgunlukla uyuyoruz.

Biraz ağır hareket edip, otelde öğlene kadar vakit geçiriyoruz. Hazırlıklarımızı yapıp öğlen Mevlana Müzesini görmek için oteli eşyalarımızla terk ediyoruz. Müze etrafı kazılmış. Her yer toz toprak. Yollar karman çorman. Aracımızı bir yere park edip yürüyoruz. Güneş sanki Ağustos ayı gibi sıcacık yapıyor.. Mevlana Müzesi oldukça kalabalık. Her yer turist kaynıyor. Kuyruklar bekliyorsunuz içeri girdikten sonra. Odalara belli sayıda insan girebildiğinden onların çıkması gerekli..

Müze son derece ihtişamlı ve etkileyici. 1-1.5 saat gibi burada kalıp devamında muhteşem Konya yemekleri ile kendimizi baş başa bırakmaya Konak Köşk Konya Mutfağı’na gidiyoruz. Güzel bir bahçesi var. Fiyatlar makul. Daha da önemlisi yemekler muhteşem. Biz Konya yemeklerinden tatmak istiyoruz dediğimizde hemen küçük porsiyonlarda tadımlık yemekler geliyor.. Bamya Çorbası, Yaprak Sarma, Fırın kebabı, Tirit, Ekmek Salması, Sebzeli Közleme.. Ardından Höşmerim ve Sac Arası tatlıları geldi. Yok hayır bu kadar hafif ve lezzetli iken tabakta bırakmak olmaz J .. Aslında gezi rotamız burada bitiyor. Konya’ya daha fazla vakit ayırmak için daha sonra tekrar geleceğiz. Vaktimiz kısıtlı. Programa uymak lazım.

Az sonra yola çıkıp Antalya’ya ailemizin yanına geçeceğiz. Oradan da Burdur’a ailemizin yanına.. Bayramı geçirmek üzere onlarla buluşmaya.. El öpmeye.. Ancak kapanış güzel ve lezzetli oldu. Konya’ya geldiğinizde hem Mevlana Müzesini hem de Konya mutfağını kaçırmayın..

Bir sonraki gezimizde görüşmek üzere..


Mar 6 2013

15 günde 3000 km 3.Bölüm ”Amasya, Harşena Kalesi, Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Müzesi, Galip Amasya Çörekçisi, Sultan 2.Bayezid Camii ve Külliyesi

2. bölümü kaçıranlar buraya tıklayın :)

Sinop’ta otelimizde son kahvaltımızı yaptıktan sonra 10.30 gibi yola koyuluyoruz, hava oldukça güzel, güneşli ve sıcak. Amasya yoluna saptıktan bir süre sonra yol yapım çalışmaları nedeniyle ilk 40-50 km’lik bölümü biraz yavaş ve yer yer bozuk geçiyoruz. Bir süre sonra tamamen güzel duble yollar ile kaymak asfalt oluyor. Uzunca bir süre bu şekilde ilerliyorsunuz, ancak Kızılırmak kenarına yaklaştıkça artık virajlar başlıyor. Bir tarafınız dağ, diğer tarafınız masmavi Kızılırmak. Manzarayı izlerken su bitiyor.. koskoca Kızılırmak kuruyor. Dev gibi bir alan çorak..suyun bittiği yerden itibaren kötü bir görüntü. Üzücü. Ne oldu diye düşünürken bir tabela çıkıyor karşımıza: ‘HES’ çalışmaları… Fotoğrafları aşağıda.. Konu ile ilgili bütün yorumu size bırakıyoruz…. Vezirköprü, Havza derken artık iyice Amasya’ya yaklaştık. 100 km’lik hızımızı geçmemeye gayret göstererek ilerliyoruz ancak sıcaktan ve yoldan oğlumuz artık sıkıldı ve mızırdanmaya başladı. Tam bu sırada ”Amasya 20 km” tabelasını gördük ve bir an önce varalım diye biraz gaza basıyoruz. Henüz hızlanmışken radar (burada polislerimizi tebrik ediyoruz çok güzel gizlenmişler) bizi yakalıyor. İki ton ton polis 314 lira cezayı elimize veriyor ve hız yapmamamız  konusunda bizi uyarıyorlar. Normalde hiç hız yapmadığımızı, Can huysuzlanınca biraz basalım diye düşündüğümüzü anlatıyoruz, ama bu 314 TL’ye engel olamıyor..

Amasya’ya girdiğimiz andan itibaren pozitif bir enerji alıyoruz şehirden. Evleri, sokakları her şey eskiyi hatırlatıyor ve bu çok hoşumuza gidiyor. Tabiki önce otelimizi bulmak için aracımızı tarihi butik otellere yakın, uygun bir yere park ediyoruz. Yolun iki tarafına da park edebiliyorsunuz ve belediye görevlileri ellerindeki cihazlar ile sizden ücret alıyorlar; saati 1 TL. Önce öğretmen Evi’ne gidiyoruz girişteki görevli davranışlarıyla neredeyse bize ”-nereden çıktınız siz boş boş oturuyordum!” diyecek..odalar da pis ve kötü olunca hemen çıkıyoruz. İkinci seçeneğimiz ‘Emin Efendi Konakları’. Eski tarihi bir Amasya evinin butik otele dönüştürülmüş hali.. Sadece 1 odaları kaldığını söyleyen görevli ile odaya bakıyoruz, fena değil diye düşünüp sonra, nasılsa bir gece kalacağız diyerek kahvaltı dahil 130 TL’ye kalmaya karar veriyoruz. Odalar biraz ağır döşenmiş ve üzerinize geliyor. Aracımızı arka taraftaki otoparka getiriyoruz. Otellerin olduğu bu sokak tamamen fotoğraflarda gördüğünüz sokak. Bütün butik oteller, konaklar neredeyse bu sokakta toplanmış. Baştan sona eski evler, restorasyonu devam eden evler.. Her biri diğerinden güzel.. Nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz.

Odaya eşyamızı koyup çıkarken etrafta tinerci çocuklar görüyoruz. Kolları jiletlenmiş.. Bir iki de polis.. Neyse diyoruz kucağımızda oğlumuz ile yürümeye devam ediyoruz. Şehir merkezine gitmek için nehrin öbür tarafına geçmemiz ve haliyle köprüye ulaşmamız gerek.. Köprüye dönerken tinerci çocuklar etrafta koşmaya başlıyor, polis peşlerinden onları kovalıyor.. kaçanlar..kovalayanlar.. Tinerci çocukların sayısı artıyor, biz aralarında kalıyoruz.. hemen polis sayısı da artıyor.. Motorlu polisler geliyor.. Polis sanırım bizi korumak için arkadaşıyla konuşuyor aile var diyor.. Biz tüm bu olan bitenden oğlumuzu ve kendimizi korumaya çalışırken diğer yandan da tedirgin olmuş ama olanlara anlam verememiş oğlumuza olayı ”-abiler kovalamaca oynuyor” diye anlatmaya başlıyoruz.. Turistlerin en yoğun konakladığı sokakta bunların yaşanması ne kadar acı..

Şehir merkezine doğru yürüyüş yapıyoruz, kentin tarihi dokusu oldukça etkileyici. Karnımız acıkıyor ve ne yesek diye düşünürken ”Amasia Mutfağı”na girip Etli bamya ve Bakla dolması siparişi veriyoruz. Tarihi konakta nehre karşı lezzetli bir yemek ziyafeti çekiyoruz. Biraz da ev yemeklerini özlemişiz. :)

Bugünkü programımızda ”Harşena” diğer adıyla Amasya Kalesi var. Arabayla hemen şehre hakim bir tepede olan kaleye 15 dakikada çıkıyoruz. Bütün Amasya panoramik olarak altımızda. Enfes bir manzara. Hatta büyüleyici. Yükseklik korkusu olanların biraz dikkat etmeleri gerekiyor, 100 metre yukarıdan hiç bir korkuluk olmadan şehri seyrediyorsunuz… :) Bir süre burada kalıp tekrar şehir merkezine iniyoruz. Hava kararmaya başlıyor ve tarihi konakların olduğu evler aydınlanmaya başlıyor, güzel silüetler ortaya çıkarken, hemen arkada yukarıda bulunan kaya mezarları da ışıl ışıl kendini belli ediyor, son olarakta tepedeki kale manzarayı tamamlıyor.

Gündüz sıcacık olan hava bir anda serin ve esintili havaya bırakıyor. Ama biz şehri tanımaya ve yürümeye devam ediyoruz. Tarihi saat kulesi, camileri, evleri ve tarihi mezarlıkları ile tam bir tarih kenti. Sokaktaki mısır satıcısı ile sohpet ediyoruz, İstanbul’dan kaçmış gelmiş. ”- İnsanın üzerine geliyor o şehir. Nasıl kaçtığımı bilemedim. Burada çok mutlu ve huzurluyum..” diye de ekliyor.. Havanın daha da soğuması ile koşar adımlar ile otelimize dönüyoruz. Sokak lambaları yanmıyor.. Sabahki olaydan sonra içimiz biraz ürpererek otelimize hızlıca giriyoruz.. Neden böylesine turistik bir sokağın sokak ışıkları yanmaz? Anlamak mümkün değil..

Sabah oldukça kötü bir kahvaltı ve rezil ötesi bir çay içtikten sonra bu soğuk ve mesafeli ”Emin Efendi Konakları”ndan çıkışımızı yapıyoruz. Daha da kalmam dediğimiz oteller listesine ekleniyor.. Gurmelerin önerdiği ”Galip Amasya Çörekçisi”ni aramak için yola koyuluyoruz. Sora sora buluyoruz. Ana caddeye yakın basit bir yerde. Gittiğimizde sıcacık çörekleri alıyoruz, hakikaten çok lezzetli ama buranın sahibi de  biraz soğuk.. Bu lezzeti siz de mutlaka tadın..

Sabah erken saat olması sebebiyle şehir yeni yeni hareketleniyor, biz bu arada çöreklerimizi bitirip ”Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Müzesi”ni gezmek için müzeye giriyoruz. Müzenin kendisi eski Darüşşifa binası.. Muhteşem işlemelere sahip. Burada eski dönemlerde tıp eğitimi verilir ve aynı zamanda hastalar da tedavi edilirmiş. Daha sonraları ise akıl hastalarının musiki ile tedavilerinin yapıldığı bir tıp merkezine dönüşmüş.

İçeride o dönemlerde kullanılan bir çok medikal alet edevat mevcut. Diş hastalıklarında kullanılan aletlerden, sünnet araç gereçlerine o kadar çok değişik araçlar var. Hayretler içerisinde kalıyoruz. Akıl hastalarının tedavisinde kullanılan burçlara göre musiki makamlarını da dinlemeniz mümkün ( Koç Burcu: Rast, Aslan Burcu: Büzürg, Akrep Burcu: Hüseyni…v.b..). Sunumlar son derece güzel, anlatımlar başarılı. Ancak vitrin içlerindeki led ışıklar bazı yerlerde o  kadar göz alıyor ki görmek için can çekişiyorsunuz resmen, umarız kısa zamanda düzeltilir..

Müzenin ismini aldığı Şerafettin Sabuncuoğlu ise Türk – İslam tıbbının son önemli kişilerinden biri. Usta çırak ilişkisi ile yetişiyor ve Amasya Darüşşifası’nda 14 yıl hekim olarak çalışıyor. İyi bir hattat ve entellektüel olan Sabuncuoğlu, Arapça, Farsça ve Rumcayı çok iyi derece bildiği de verilen bilgiler arasında. 83 yaşında son eserini yazıyor ve tahminen 1468 yılından sonra vefat ediyor. Geride 3 önemli eser bırakıyor: 1- Akrabadin Çevirisi (1444), 2- Cerrahiyyetü’l Haniyye (1465), 3- Mücerreb-Name (1468).

Müzeden çıkıp güzel havada yürüye yürüye Sultan 2.Bayezid Camii ve Külliyesi‘ne varıyoruz. İçi dışı bizi çok etkiliyor, enfes bir yapı. Bahçesindeki abdest alınan çeşmedeki minyatürler bile çok güzel. Oğlumuz da ilk defa bir camiye giriyor, yerlerin halı kaplı olması çok hoşuna gidiyor ve sürekli koşarak hopluyor zıplıyor. :) Bu yüzlerce yıllık yapıların muhteşemliği karşısında saygıyla eğiliyoruz ve yola çıkmadan Amasya elması almaya karar veriyoruz. Kilosuna 3 TL para verdiğimiz elmalar lezzetli ancak aynı elmayı Antalya’da 1.70 TL’den alıyoruz.. Buradan almaya, taşımaya, hatta fazla para vermeye gerek yok.. Bilginiz olsun.. :)

Amasya’da bizim için bir gece iki gündüz yeterli oluyor, ama gezilmesi gereken birçok camii, medrese, türbe, kral mezarları, müzeler bulunmakta. Yolcu yoluna gerek, 11.00 gibi Tokat üzerinden Sivas’a doğru yola koyuluyoruz.


Şub 14 2013

15 günde 3000 km 2.Bölüm ”Sinop, Sinop Cezaevi, İnceburun, Hamsilos, Kumkapı, Akgöl”

1. bölümü kaçıranlar buraya tıklayın :)

Sinop’a girdiğimizde gece yarısı olmak üzereydi. Ancak İnebolu-Sinop kıyı yolu bizi inanılmaz yordu. Neredeyse hiç durmadan İstanbul-G.Antep’e gitmiş kadar yorulduk. Bir an önce kalacağımız otele yerleşip dinlenmek istiyoruz. Oğlumuz çoktan uyuya kaldı arkada..

Önce merkezde bir tur atıyoruz ne neresidir diye. Ardından internetten bulduğumuz otelimizin önünden geçerken hemen park ediyoruz konuşmak için. Otel 117 güzel temiz bir otel ancak elektriğimiz görevliyle bir türlü tutmuyor. Hemen karşısındaki Sinopark oteli de listemizde girip bir de oradan fiyat alalım diyoruz. Girişteki görevliler daha otele girer girmez sıcak tavırları ve hoş sohpetleriyle önce gönlümüzü, verdikleri fiyat teklifiyle de (Oda+Kahvaltı 100 TL) cebimizi fethediyorlar. Odalar yeni elden geçmiş şık ve tertemiz. Hemen yerleşiyoruz. Bu mevsimde şehir otellerinde genelde iş için gelenler kaldığından bizden başka aile de yok.

Hörül hörül uyuduktan sonra sabah odamıza doluşan güneş ile uyanıyoruz. Mis gibi dinlendik. Şehrin güzel dinamik bir havası var. Çatı katına çıkıyoruz kahvaltı için. Enfes bir manzara, tüm Sinop ayaklarınızın altında. Bu yüzden otel için doğru karar.. Girişteki Büşra hanım ile kabaca rotamızı paylaşıyoruz o da bize yardım ediyor ve yönlendirmelerde bulunuyor. Hatta fotoğraf makinamızın biten şarjı için fotoğrafçıları arayıp şarj aleti bulması ile son noktayı koyuyor ve bizden kocaman bir tebrik alıyor :)

İlk gezimiz ‘Tarihi Sinop Cezaevi’. Kapısına geldiğinizde içiniz bir cız ediyor. Müze kartımız olduğundan ücretsiz giriş yapıyoruz. İçeride bazı odalarda eşyalar eskiyi canlandırmanız için bırakılmış ya da dekore edilmiş, kimi yerler ise metruk vaziyette. Evliya Çelebi güzel üslubuyla cezaevini şöyle anlatıyor: “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.”

2 yaşında oğlumuzla böyle bir yeri dolaşmak kimi zaman üzücü kimi zaman ise düşündürücü oluyor bizim için. Koğuşların boş durumları, duvarlar, zindanlar, hepsi size birşeyler anlatmak için sabırsızlanıyor. Dili olsa da konuşsa dedikleri bu olsa gerek. Oğlumuz için burası boş bir bina. O eğlencesinde işin. Ses çıkartıyor yankılanıyor ve bu onun hoşuna gidiyor. Kimbilir belki de yüzyıllardır böye gülme sesi bu koridorlarda hiç olmadı.. Sinop için olmazsa olmaz dediğimiz yerlerin başında burası geliyor. Gidin görün mutlaka.

Karnımız acıkıyor ve hazır Karadeniz’e gelmişken balık yiyelim diyoruz. Beyaz Ev Restorant’a gidiyoruz, özel bir lezzet yok ancak temiz bir yer. Yemek sonrası ülkemizin en kuzey noktasına doğru harekete geçiyoruz. Yıllarca okullarda öğrendik gün bugün işte! :) Merkezden havaalanı istikametine doğru giderken İnceburun Feneri tabelalarını takip etmeniz yeterli. Yol yaklaşık yarım saat sürüyor. Ormanların ve köylerin içerisinden geçerek ilerliyorsunuz. Yollar çok keyifli. Hatta önümüzden 2 defa tilki geçti. O kadar güzel bir doğanın içerisindeyiz hesap edin :) .. Oksijen için camlarımızı açıyoruz bunun etkisiyle oğlumuz yine uyuya kalıyor. Bu arada 21 dereceyi görüyoruz.

İnceburun feneri de tarihi bir fener. 1863 yılında yapılan fener’de bir de aile kalıyor yaz kış. Biz gittiğimizde de oradalardı. yaklaşık 45 dakika kadar İnceburun’da durup fotoğraf çektik, bakındık. Biraz sohpet edelim aileyle diye bekledik ama görevli bey elinden düşürmediği telefonuyla sonunda ‘-bunun telefonu bitmeyecek biz gidelim” dedik.. :) Etrafta manzara izleyebileceğiniz seyir terasları var. Ancak birşeyler yemek içmek istiyorsanız yanınızda götürmeniz gerekiyor zira alabileceğiniz hiç bir yer yok. Uzaktan giden bir balıkçı teknesi sonuna kadar bir arabesk müzik açmış.. Denizin üzerinde yumuşak dalgalar arasında süzüle süzüle gidiyordu. Etrafta bu müzik sesinden başka bir şey olmayınca bir an kendimizi bir Türk filminin setinde gibi hissettik, oldukça keyifliydi.. :) Sinop’u çok sevdik, aslında bu doğal duruşu çok hoşumuza gitti. Her yer yeşil ve çok güzel.. Oğlumuz hala uyuduğu için artık geri dönme vakti.

Dönüş rotamız üzerinde Hamsilos koyu var. Tarih boyunca bu sakinlik tekneler için güzel bir liman olmuş. Şaka gibi bir yer. Cennet böyle bir yer mi acaba? Ne kadar anlatsakta buradan onu başaracağımızı sanmıyoruz. Şöyle hayal edin: her yer alabildiğine yeşil ve tonları. Önünüzde masmavi bir deniz ve kıpırdamıyor. Etrafta tek bir gürültü yok.. ayrıca (sıkı durun) tertemiz?! Etrafta elle sayılır insan kalabalığı.. Muhteşem bir çocuk parkı oramnın içerisinde.. Türkiye değil mi acaba burası? :) henüz kirletmediğimiz ender yerlerden biri olsa gerek. Akşam üzeri olması güneşin ışık oyunları yapmasına olanak veriyor ve bize de bu manzaranın keyfini sürmek kalıyor. Etrafta mangal için tertibatlar var sanırım yazın burası dolup taşıyordur ama bu mevsimde çok keyifli. İleride bir tane büfe var çay almak için gittiğimizde kapalı olduğunu farkediyoruz. Aracımızla koyun bir ucundan diğer ucuna kadar gidiyoruz. Bir şey yemeden içmeden artık hava kararıyor ve otelimize doğru dönüyoruz. (Bu arada oğlumuz hala uyumakta :) )

Şehre girdiğimizde oğlumuz uyandı. Otele arabamızı park ettik ve yürüdük limanda, sahilde.. Dikkatimizi çeken ilk şey çocuk parklarının büyüklüğü ile bir kaç kattan oluşmasıydı. İstanbulda bir çok yerde görmek imkansız. Tabiki oğlumuzun çok hoşuna gitti, bütün gün uyumanın verdiği enerjiyle kendisini buralara attı. İniyor çıkıyor zıplıyor biz de gideceğimiz mantıcıya bakınıyorduk. Obur Mantı’yı bulamayınca bir apartmandan çıkan Sinoplu teyzeye mantı nerde yeriz diye sorduk. O da bize ”-bana teşekkür edeceksiniz” diyerek bir adres tarifi yaptı. (Mantı Keyfi – Melahat’ın Mutfağı) Gittik kaç tabak yedik hatırlamıyoruz ama o teyze bu satırları bir gün okursa çok ama çok teşekkür ederiz. :) Mantıdaki kıymalar artık hamuru germiş o derece bol malzemeli, cevizli olanı ayrı yakışmış, hele o sarımsaklı yoğurdun lezzeti inanılmaz. Kesinlikle normal mantılardan farklı lezzeti ile kalbimizde taht kuruyor. Sahibi karı koca emekli bir çift.. sohbet edip böyle güzel bir yemek için kendisine teşekkür ediyoruz.. Yemek sonrası kendimizi sahilde yine parkta oğlumuzu beklerken buluyoruz, ardından çay bahçesinde durup dinleniyoruz ve ardından otele uyumaya gidiyoruz..

Ertesi sabah yarımadanın ucuna doğru ilerleyip manzara tepesine çıkıyoruz. Şehre tepeden bakabileceğiniz güzel bir nokta ama sadece bakıp dönüyorsunuz. Bu günün en güzel rotası ise Ayancık ilçesindeki Akgöl. Burası bizi heyecanlandırıyor, neredeyse konuştuğumuz herkes buradan bahsetti. Kitaplar bile gidin diyor. :) Sinop çıkışında Kumkapı‘ya uğrayıp oradan Akgöl’e geçmek üzere hazırlıklarımızı yapıyoruz. Kumkapı eski tarihi surların denizle birleştiği ve oldukça güzel ince kumların olduğu bir yer. Burada ayakkabılarımızı çıkarıp yaklaşık yarım saat kumla suyla oynuyoruz. Görülesi bir yer. Tarihi surların zamana nasıl yenik düştüğünün bir göstergesi bir kısmı sulara doğru yıkılmış, bir kısmı iyice çatlayıp ayrılmış. Umarız buraları da kurtarırlar ve sağlıklı bir görünüme kavuşur surlar.

Ayancık ilçesi uzaklığı 60 km. Ancak yolun virajlı olması biraz yorucu. Aceleniz yoksa keyif alabilirsiniz. Sağlı sollu manzaralar enfes. Ancak Akgöl’e giden asıl yol Ayancık ilçesinden sonra başlıyor. yaklaşık 35 km daha dağ köylerinin arasından virajlardan ilerliyorsunuz ve bütün bu yol 2.5 saati rahatça buluyor. Köy yollarından ilerlerken etrafta bir tane dahi tabela olmadığından sürekli gördüğümüz köylülere yol sorduk. Herkes sadece ”-devam edin” dedi.. Sadece içlerinden biri ”-bugün çok kalabalık olur orası” dedi. Aklımız almadı tabiki, dağın başı. Uçsuz bucaksız bir doğa ne kadar kalabalık olabilirdi ki. Hele şehirdeki alışveriş merkezlerinden sonra :) Biraz sıkıldık git git bitmedi.. Oğlumuz da mızırdanmaya başladı.. Bir süre sonra etrafta sadece dev kamyonlar, vinçler, grayderler, orman işçileri görmeye başladık. Zaten onlar da bize burada ne işiniz var der gibi bakıyorlardı. Kimi zaman yol bozuk kimi zaman toprak oldu ama gördük ki bu çalışmalar da güzel yolların habercisi. Neyse lafı uzatmayalım gel zaman git zaman bir tane tabela gördük ”Akgöl” diye zaten bu tabeladan sapınca bu sefer ormanın derinliklerine doğru iniyorsunuz ve geliyorsunuz. Baktık 3-5 Orman Bakanlığı jipi mangal ateşi yanıyor..Ohh dedik ne güzel tam yeri ve zamanı. Köylümüzün bahsettiği buydu heralde dedik. 10-15 kişi vardı..

Akgöl Ankara’daki Mogan gölü gibi küçük. Ama etrafındaki yeşillik dolayısıyla güzel bir övgüyü hak ediyor. Yaz aylarında göl üzerinde deniz bisikleti ile vakit geçirmek mümkün iken şu anda bunları işletecek kimse yok ortalarda hepsi ( zaten 2 tane var) karada duruyor.. Gölün ortasına gidebilen olursa bir seyir terası yapmışlar. Biz biraz göl etrafında yürüyüş yapıyoruz, küçük kurbağalar oğlumuzun ilgisini çekiyor, suya taş atıyoruz. Başka da yapacak bir şey yok zaten. :) Gölde bir tek biz ve orman çalışanları var. Yanımızdaki yiyecekleri bitirip dönüş için hazırlanıyoruz tam geldiğimiz yolu çıkacakken bir iki arabanın geldiğini görüp duruyoruz. Orman bakanlığı’nın jipleri geliyor.. Bir iki derken 3-5, 10- 20, 30…kontağı kapatıp bekliyoruz. Dağın başında trafik dedikleri bu olsa gerek. Sonra köylü dede aklımıza geliyor çizgi filmlerdeki gibi bir bulut yanımızda içerisinde de dede ”- ben sizi uyarmıştım evlat”…. Bir anda yüzlerce insan doluyor burası.. Zaten hepsi bize bakıyor..biz de onlara..

Dönüş rotasında yol çalışmaları yüzünden kamyonlar ve vinçler arasında kalıyoruz. Yol kapalı olduğundan bir yarım saatte burada bekliyoruz. Neyseki kepçe oğlumuzun ilgisini çekiyor ve beklediğimiz süre zarfında onu sıkmadan oyalama şansımız oluyor. Yol bizi çok yoruyor ve Erfelek Şelaleleri durağımızı iptal ediyoruz. Bir gün içerisinde bu kadar viraj yeter.. Git gel 5 saat viraj.. :)

Akşam üzeri limanda yürüyoruz yine. Balıkçı tekneleri geliyor sürekli limana biz de fotoğraf çekmek için gidip bakıyoruz. Bakarken bir anda tekne sahibi elinde bir kasa balıkla geliyor ve bu sizin ve oğlunuzun rızkı diyor. Biz şaşırıp bakakalırken balıkları alacak yerimizin olmadığını burada oturmadığımızı arabada bozulacağını anlatıyoruz.. gülüşüyoruz kaptanla.. bu arada yanımızda duran başka bir adam ben alırım o balıkları diyor alıyor ve gidiyor.. Bir kasa balık.. Meğer burada balıkçılar göz hakı olarak bakan kişilere balık verirlermiş.. Bu adetin hala yaşaması çok güzel. Hele hele o balıkların soframıza kadar nasıl gelebildiğini görebilmek daha da güzel. Ancak şunu söyleyebiliriz ki Karadeniz insanı gerçek anlamda taze balık yiyor :) Teknelerin yanaştıktan sonra balıklarını indirmesi, tırlara yüklenmesi, ne kadar heyecan verici bir süreç. Çalışanların canla başla çalışmaları seferden dönmelerine ve yorgun olmaları gözlerinden okunmalarına rağmen çok etkileyici.

Sabah uyandığımızda odada bir kırmızılık var gözümüzü bir açıyoruz ki penceremizde dev bir Türk bayrağı dalgalanıyor. Kafamızı pencereden dışarı çıkartıyoruz bütün dükkanlar Türk bayrakları ile donatılmış. Haberleri izlerken Sinop’lu bir askerimizin teröristler ile girdiği çatışmada şehit düştüğünü öğreniyoruz. Herkesin yüzü asık, üzgün. Bir şehir şehidine ne kadar güzel sahip çıkıyor. Bayrak asmayan tek bir kurum, dükkan yok. Gençler yürüyüş düzenliyor, protesto ediyorlar. Belediye hoparlöründen taziye ve dua için sürekli anonslar yapılıyor. Tüyleriniz diken diken oluyor.. Allah’tan şehidimize rahmet diliyoruz. Büyük şehirlerin (Ankara, İstanbul v.b..) hiç birinde böyle bir duruş yok, hissetmiyorsunuz.. Televizyon ana haber bültenlerinde bir kaç dakikalık haber olarak görüyorsunuz. Tebrikler Sinop..

1 gece diye girdiğimiz Sinop’tan 3 gece konaklayarak ayrılıyoruz. Sinop’u sevdik. İnsanını sevdik. Doğasını sevdik. Model gemi satan dükkanlarını mı, yoksa limandaki çayını mı, doğal güzelliklerini mi istersiniz. Ne isterseniz isteyin buraya bir kez gelin ve tanıyın. Biz artık yolumuza devam ediyoruz. Bekle bizi Amasya.. Ama giderken farkediyoruz ki hiç trafik lambası yok Sinop merkezde?.. :) İlginç bir detay da yıllardır kaza olmaması..