Ağu 21 2013

”Es..es..ki..ki” Eskişehir

”Eskişehir tam bir Avrupa şehri”, ”Çok modern bir şehir”… gibi konuşmalara hep şahit olmuşsunuzdur. Bizim de Eskişehir’li bir çok arkadaşımız var ve onlar da hem bahsederler hem de davet ederlerdi bizleri. Bayramın ilk günü İstanbul’da aile buluşmamızı gerçekleştirdikten sonra ikinci ve üçüncü günü için Eskişehir’e doğru yola koyuluyoruz. Bu sefer turumuz çoluk çocuk kalabalık..

Odunpazarı içerisinde Han Royal Otel’de yerlerimizi ayırtıyoruz ve sabah 8.00 gibi yola koyuluyoruz. Yol, 300 km’lik İstanbul’a olan uzaklığı ve sakin bir kullanım ile 2.5 saat sürüyor durmaksızın.. Zaten bayram için gidenler bu saate kalmadığından yollar sessiz ve ıssız..

Şehir merkezine geldiğimiz bütün yollar bulvarlar özenle düzenlenmiş hissi veriyor. Kimi şehirlere girerken (örn. Bursa, İzmir..) şehrin gecekondu dokusu, beton yığınları, karmaşası sizi sıkar. Halbuki şehrin tamamı böyle olmasa da ilk izlenimler heyecan yaratmaz. Burada tam tersi. Yeşillikler, geniş yollar, bisiklet yolları, mahalle aralarındaki parklar.. İnce ince düzenlenmiş, titizlikle yerleştirilmiş gibi duruyor. Navigasyonumuz ile Odunpazarı’na kadar rahatça ulaşıyoruz. Otelimize gitmeden Odunpazarı merkezinde Tiryakizede Camii‘nin hemen yanında İnci Börek Aile Çay Evi‘ni görüyoruz. Burası sabah akşam sürekli kalabalıktı.. Biz de sabah sabah hem çocukları doyurmak hem de çayımızı yudumlamak için duruyoruz. İlk dikkatimizi çeken sokakların ne kadar temiz olduğu. Bağırtı gürültü yok. Tarihi Odunpazarı Evleri Türk mimarisinin özgün örneklerini bizlere hatırlatıyor ve gezmek için sabırsızlanıyoruz.

Artık öğlen olmakta ve hemen otelimize gidiyoruz. Odalarımızın bir kısmı hazır bir kısmı değil. Bu sebeple bebek arabalarını alıp akşama gelmeyi planlıyoruz. Malum gezi listemiz kalabalık.. Otel görevlileri bıkmadan usanmadan bizim her sorumuza cevap veriyor, anlatıyorlar.. Bir harita temin ediyoruz. Haritadan anlıyoruz ki Eskişehir profesyonelce hazırlanmış turistlere.. İlk rotamız Kurşunlu Camii..

Otelimize 5 dakika yürüme mesafesinde olan Kurşunlu Camii ve Külliyesi 1515-1525 yıllarında saray mimarı Acem Ali’ye yaptırılmış. Külliyenin kervansaray kısmının da Mimar Sinan tarafından yapıldığı bilinmekte. Bu eser Mimar Sinan’ın Eskişehir’deki tek eseri. Külliye içerisinde Camii, Lületaşı Müzesi, El Sanatları Çarşısı, Cam Sanatları Merkezi ve Semahane bulunmakta. Cam sanatları müzesi içerisinde belirli saat aralıklarıyla cama nasıl şekil verildiği gösteriliyor. Bir cam ustası 1200 derecelik fırınlarda gözlerinizin önünde sanatını konuşturuyor ve bizler de ağzımız açık izliyoruz. Bu gösteriyi kaçırmayın sakın. Lületaşı Müzesi yine aynı şekilde heyecan verici, El Sanatları Çarşısı’nda ise hediyelik eşyalardan tutun da, Hat Tezhip gibi Türk Süsleme Sanatları’na ait eserler alabilirsiniz..


Biraz daha aşağıya yürüyoruz ve Atlıhan El Sanatları Çarşısı‘nı geziyoruz. Bu han 1850’li yıllarda pazarda mallarını satmaya gelen insanların kendilerinin ve hayvanlarının konaklamaları için yaptırılmış.. İki kattan oluşuyor ve tamamen el sanatları ürünlerinin yapıldığı ve satıldığı bir yer halinde turistleri ağırlıyor. Burada bir miktar hediyelik alıyoruz eşimize dostumuza ve şimdiki durağımız karşıdaki fırın. Evet bildiğiniz fırın. Fırının önünde bir askı ve üzerinde yazı: ”Bu askıdaki ekmekler ihtiyaç sahiplerine ücretsizdir”. Yani o kadar okuduk duyduk ama burada gördük. Çok keyiflendik. Kesinlikle her yere yaygınlaşmalı. Askıdaki ekmekler bir artıyor bir azalıyor kimin aldığını görmüyorsunuz ve çok büyük bir haz alıyorsunuz. Biz de hemen askıya ekmek takıyoruz.

Hava çok sıcak ama biz ara sokaklarda yürüyoruz. Sokakların her biri nefis. Evler şahane. Kimi daha yeni restore oluyor, kimi bitmiş. Aşağıya Porsuk Çayı‘na, yani şehir merkezine kadar 15 dakika yürüyoruz. Bir yandan tramvay geçiyor modern yüzüyle, diğer yanda Porsuk Çayı’nda tekneler ve gondollar ilerliyor. Her yer dolu, kıpır kıpır.. Bu şehir gerçekten hareketli ve neşeli. :) Çok sevdik bu şehri.

Gondol gezisi kas gücü gerektiğinden oldukça kısa sürüyor ancak biraz daha ileride Hollanda kanallarında görmeye alışık olduğunuz türden tekneler ile daha uzun bir tur yapma şansınız var. Biri toplam 20 dakika süren gezinti turu, diğeri şehrin diğer ucu otogara kadar götüren dolmuş botu.. Artık nasıl denirse :) Biniyorsunuz otogarda iniyorsunuz. Kısa tur yaptık çocuklarla. Hava çok sıcak olduğundan tekne içerisi çok ısınıyor, yeterli geldi :) ..

Bir şehri en iyi tanımanın yolu toplu taşıma ile bir şehir turudur der dururuz. Burada da Eskart alıp tramvaya biniyoruz. Biraz pişman oluyoruz çünkü çok kalabalık. Bebek arabaları bu noktada bize sıkıntı oluyor. Son durak otogar orada da iniyoruz zaten. Yolun karşısında KentPark var. Nefis bir park. Çocukların özgürce koşup oynayabileceği, isterse midilli atlara binebileceği, isterse 5 tl karşılığı halk plajından havuza gireceği (özel plaj 20 tl), acıkırlarsa ailelerin güzel kafelerde yemek yiyebileceği nefis bir yer! Yani bir şehirden beklentiniz daha ne olabilir ki. İnsanca yaşamak. Eskişehir bunu hakikaten çok güzel başarmış. Kocaman bir tebrik!

Akşama kadar parkta vakit geçiriyoruz. Hem biz dinleniyoruz, hem çocuklar neşe ile cıvıldıyorlar. Akşam yemeğimizi Çibörek ile yapmak istiyoruz. Kırım Çibörekçisi‘ni öneriyor herkes. Bizde yürüye yürüye yerini zar zor buluyoruz. Telefon açıyoruz gitmeden ama bize 20.30’da kapanıyoruz gelmeyin diyorlar. Daha yarım saat var ve açız! :) nasıl koştuğumuzu bilemedik. 20.10’da oradaydık. Biraz suratlar düştü biz kalabalık ve kapanmaya yakın gidince ama lezzet güzeldi. Çalışanlar ile daha sonra sohpet ettik ve kapanmaya yakın gelince eldeki hamurdan bize yetirmeye çalışmışlar, gündüz gelin daha güzel çibörek yersiniz diye de tembihlediler. Bir porsiyonda 5 adet var ama açken insan en az iki porsiyon götürür diye tahmin ediyoruz. :)

Otele’de yürüyerek dönüyoruz, ama artık herkesin pestili çıktı. Nasıl uyuduğumuzu bilemedik. Bu arada biraz Han Royal Otel’den bahsedelim. Kaldığımız yer bir butik otel ve geçen sene (2012) açılmış. 12 odası olan otelde herşey tertemiz ve güzeldi. Kahvaltıda oldukça doyurucu ve ne kadar isterseniz ek yapabiliyorlar. Otopark yok, sokaklarda bulduğunuz yere park ediyorsunuz ama her yer müsait olduğundan bu noktada sıkıntı yaşanmıyor.

Ertesi sabah ilk iş yine ara sokaklardan yürüyerek Osmanlı Evi‘ne gitmek. Gidiyoruz ama kapalı. Oldukça güzel ahşap işçiliği olduğu söylenen evin diğer bir özelliği de Atatürk’ün geldiğinde bu konakta misafir edilmesi. Sıra, filmini izlediğimizde bizlerde derin izler bırakan Devrim Arabası‘nı görmekte. TÜLOMSAŞ fabrikasına gidiyoruz. Görevliler tüm nezaketiyle bizi karşılıyor. Bir görevli bizimle gelip bir yandan etrafı anlatıyor, diğer yandan şehirle ilgili güzel bilgiler veriyor yardımcı oluyor. Fabrikanın içerisi de çok güzel. Devrim Arabası’na gidene kadar yeşillikler ve ağaçlar arasından ilerliyorsunuz. Cumhuriyet dönemi mimarisine sahip fabrika halen çalışır durumda ve kazalı-arızalı trenlerin tamir ve bakımları yapılmakta.

Gelelim ”Devrim”e. Türkiye’nin ilk otomobili. Oldukça kısa bir sürede tasarımından üretimine tamamen bize ait. Arabaya özel bir camekan yapmışlar dış etkenlerin olumsuzluklarından korumak için. Tarifi anlatılmaz bir burukluk kaplıyor içimizi. Bu kadar büyük bir projenin bu kadar kısa bir sürede çöpe atılması, emeklerin heba edilmesi anlaşılır gibi değil. Belki de şu anda otomobil sektörümüz dünyaya yön veren bir konumdaydı. Neyse sinirimizi bastırıyoruz, ne de olsa gezi blogu bizimki :) .. Biraz resim çektikten sonra şehrin diğer tarafında Anadolu Üniversitesi‘nin tam karşısında Havacılık Müzesi var. Çocukların ilgisini çeker diye düşünüp rotamızı oraya çeviriyoruz.

Bir dönem Hava Kuvvetlerimize hizmet etmiş uçak, helikopter ve gereçleri burada duruyor. Çocukken her geçişlerinde modellerini saydığımız devasa uçaklar şimdi burada sessiz ve yorgun bize bakıyorlar. Ayrıca kahraman şehit pilotumuz Cengiz Topel‘in bir heykeli de bulunmakta.

Tren otogarı’nın önnünden geçerken Köfteci Ali tabelasını görüyoruz. Arkadaşlarımız daha önce önermişlerdi burayı. Hemen durup köfteleri midemize indiriyoruz. Lezzetli köfteler midemizi bozsa da denemekte fayda var. Yemek molasından sonra otelimizde dinleniyoruz, çocuklar öğlen uykusuna yatıyor. Biz de biraz lak lak yapıyoruz otelin arka bahçesinde.

Uyandıklarında ilk işimiz Sazova’daki Bilim ve Sanat Parkı oluyor. İçerisindeki tren ücretsiz. Parklar harika. Yeşillikler muhteşem. Daha ne diyelim. Bir Avrupa kentinde parka giriyormuşçasına modern ve güzel. Emeği geçenlere bir kez daha tebrik! Buradaki korsan gemisi bire bir boyutta inşa edilmiş. İlerideki şatonun her bir kulesi aslında Türkiye’deki bir kule, espri müthiş! Çocuklar ne mi yaptı? Hepsi çıldırdılar.. Yorulduklarında bir şeyler içebileceğiniz restoran ve kafeler de mevcut.. Akşam gezimizi bitirdik ve bayram trafiğine kalmamak ve sabah erkenden yola koyulmak için otelimize döndük.

Gelelim Eskişehir’e: Keşke Anadolu’daki bütün şehirler burası gibi olsa. İnsanlara hakettikleri gibi bir şehir yapmak demek ki istenince oluyormuş. Bir başka alkışlanacak durum da; şehrin coğrafi olarak düz yapısı bisikletli kullanıma da olanak vermiş, belediye de çok güzel değerlendirip bisiklet yolları yapmış. Vallahi bravo! Emeği geçen herkese bravo!.. Merak ettiniz değil mi Eskişehir’i. Bir gün de olsa atlayıp gelin. Hatta hızlı tren ile birlikte günübirlik bile çok rahat gelinebilir.. :)


Eki 18 2011

Poyrazlar Gölü

Piknik için bir süredir nereye gidelim diye yer bakıyorduk. Bu yer öyle güzel bir yer olmalıydı ki, güzel manzarasının yanı sıra, ormanı ve havasıyla içimizi açmalı, pikniğimizi yaparken de su gibi temel ihtiyaçlarımızı görebileceğimiz yerleri olmalıydı. Doğru yeri bulduk! O zaman anlatmaya başlayalım: Poyrazlar Gölü.

Öncelikle ulaşım çok rahat. Adapazarı merkezine 5 km uzaklığı var. Yani bir nevi yanı başınızdaki cennet. İstanbuldan yola koyulduk, Adapazarı’ndan Karasu istikametine döndük. Bunların hepsi topu topu 1.5 saat sürdü. Şehir merkezine olan yakınlığı sizi korkutmasın sanki onlarca km uzakta başka bir yerdeymişsiniz gibi bir his yaşatıyor. Sözkonusu piknik olunca tüm alet edevatımızı tabiki yanımıza aldık ancak unuttuklarınız için hemen göle 1 km mesafede bulunan köy bakkallarından temin edebilirsiniz. Orman bakanlığı gölün girişinde araç başına 5 TL ücret alıyor. Cumartesi günü geldiğimizden oldukça sakin olan göl etrafında bir tur atıyoruz. Nefis bir dinginlik hakim. Hava da çok güzel. Hafif esen rüzgar Temmuz sıcağını hissettirmiyor bile. Beğendiğimiz bir yere kuruluyoruz.

Oturmak için kamelyalar yapmışlar gölgelikli. Ancak biz ağaçların arasında bulunan ahşap masaları tercih ediyoruz. Arazinin geniş yapısı burada piknik yapan ailelerin birbirinden uzak bir şekilde rahatça dinlenmesini sağlıyor. Aynı zamanda ara ara çeşmeler ve tuvaletler mevcut. Böyle bir piknik yeri için seviniyoruz, bir anda gözlerimiz gülüyor. Ama sizlerin de bildiği gibi piknik cumartesi yapılmalı. Bunu unutmayın. Pazar günü gidenlerden buranın da panayıra döndüğü haberini aldık :) .

Piknik yapmak istemeyenler için de restoran ve kafeteryası mevcut. Hatta yemek istemeyenler gezmek isteyenler için de bisiklet kiralıyorlar. Gayet güzel ve yokuş olmadığı için de mantıklı. İsteyenler gölde deniz bisikleti kiralayarakta vakit geçirebilirler. Akşama kadar keyifli bir gün geçirdik. İstanbul’da yaşayıp şehir dışında güzel bir alan önerisi isteyenlere duyurulur. Daha da ayrıntılı bilgi için buraya tıklayabilirsiniz.


Mar 30 2011

Rumeli Feneri, Rumeli Feneri Kalesi, Golden Beach


İstanbul Boğazı’nın Karadeniz girişinde karşılıklı iki fener ve adlarını bu fenerden alan yerleşim yerleri bulunmakta; Anadolu Feneri Köyü ve Rumeli Feneri Köyü. Geçtiğimiz senelerde sıkça Anadolu Feneri’ne uğradığımızdan, bu sefer bir farklılık yapıp Rumeli Feneri Köyü ve yakın koylarını gezmeye karar veriyoruz. Hem haftasonunun bir anda ısınan bu güzel güneşli gününü değerlendirmek hem de minicik oğlumuzun temiz bir oksijen almasını sağlamak niyetindeyiz.

Havanın güzelliğinden herkesin de en geç öğlene yollarda olacağını tahmin edip sabah 9.30 gibi yola çıkıyoruz. Malum bebeğiniz varsa, erken uyanıyor ve hayatı hep erken yakalıyorsunuz. Neyseki normal zamanlarda da hep erken güne başladığımızdan bizim için değişen bir şey olmuyor. Göztepe-Rumeli Feneri, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü kullanılırsa 45 dakika sürüyor. Yolda giderken özellikle Sarıyer’den sonrası çok keyifli. Ormanların içinden kıvrıla kıvrıla İstanbul’un son noktasına kadar gidiyorsunuz.

Rumeli Feneri Köyü’ne vardığımızda önce bir dolanıyoruz, ancak erken saat olmasına rağmen heryer araba ile dolmuş, ara sokaklarda bile neredeyse koyacak yer yok. Köyde görülmesi gereken bir kaç nokta var: Hacı Ahmet Ağa Çeşmesi (1771), Saltuk Dede Türbesi (1788), Ramazan Ağa Camii (17.yy). Limana aşağıya doğru devam ediyoruz, orada da kazı çalışmaları var toz toprak.. Yukarıdaki mekanların hepsi sabahları kahvaltı, daha sonra ise balık, köfte..v.s. ne ararsanız mevcut. Ancak bu toz toprak hoşumuza gitmiyor ve yönümüzü köyün diğer tarafında bulunan Cenevizlilerin yaptığı Rumeli Feneri Kalesi‘ne doğru çeviriyoruz.

Kale, Osmanlılar tarafından da bir süre kullanılmış, ancak şu anda bakımsız ve virane. Konumu muhteşem olan kale’de surlar ve kemerler ayakta boğazı gözlemekte. Kemerlere doğru yaklaştığınızda hemen ön tarafta dev kayaların üzerinde olduğunuzu görüyorsunuz. Bu kayalar inanılmaz büyüklükleri ve dalgaların vurması ile çok ihtişamlı gözüküyor. Kalenin bulunduğu alana giriş aslında olmayan bir kapı girişi ile yapılıyor, devlet koruma altına almak istemiş, göstermelik bir kapı  yapmış herkes bu kapıyı açıp giriyor gibi bir izlenim oluştu bizde. Yani giriş serbest :) Hatta bulunduğu arazi motosikletiyle gelen bir kişi tepeler üzerinde vızır vızır zıplaya zıplaya safari yapıyordu. Buradan Rumeli Feneri köyünü farklı bir açı ile görebilir, Karadeniz’e doğru uzun seyirlere dalabilirsiniz.

Öğlen olması ile birlikte aracımıza gidip oğlumuzu doyuruyoruz, yola devam ediyoruz. Solda yeşillikler, sağ tarafta ise denizi alarak ilerliyoruz. Buralarda da çok güzel evler yapılmış. Evler bittiğinde ise yol sahile sıfır iniyor ve kullanılmayan bir plaj gibi alanda buluyoruz kendimizi. Buradaki suyun temizliği ve berraklığı bizi çok keyiflendiriyor. Hemen arkasında bir lüks site yapılmış, yani evler buraya kadar inmiş ancak oturum henüz başlamamış.. Plaj dediysek kumluk değil, taşlık ancak yazın havalar ısındığında burada giren varmıdır denize bilmiyoruz. Tesis falan hiçbirşey yok etrafta. Sandalyeler alınıp güzel keyifli bir sohpet yapılabilir burada diye not alıp, suyla oynadıktan sonra yola devam ediyoruz. Yolun devamı yine aynı güzellikler içerisinde, gezi kitabımızda Rumeli Feneri’nden Demirciköy’e yürüyüş parkurundan bahsediyor.

Bu parkuru bulmak istiyoruz en azından bakıp denemek lazım. Yol bir süre sonra yine sahilde bitiyor ve Golden Beach Club‘a hoş geldiniz yazısı ile karşılaşıyoruz. Yürüyüş parkuru buradan başlıyormuş. Otopark görevlisi ile kısa bir sohpet yapıyoruz. Aracınızı burada park ediyorsunuz, tesislerden yararlanmak isteyenler; kahvaltı, yemek kısmı ile restorantından, ATV motorları ile gezi turlarından ya da çocuklar için oyun parklarından, hatta kalmak için bungalowlarını kullanabiliyor. İstemeyenler ise yine tesis içerisinden geçerek yürüyüş yoluna girip orman ve deniz kenarından yürüyebiliyor. Otopark ücreti 5 tl ödüyoruz ve yürümeye karar veriyoruz. Bebek arabası ile ancak 500 m ilerleyebiliyoruz. Yol daralıyor, hafif kayalık, taşlık olmaya başlıyor ve biz devam edemiyoruz. (Bu yürüyüş yolu kitapta yazdığına göre (ATLAS DERGİSİ – KIŞ ROTALARI ATLASI 2011) 6 km uzunluğunda ve orman içerisine girmeden Karadeniz’e paralel güzel keyifli bir rota)

Akşam üzeri tekrar aynı yol üzerinden temiz oksijen almış olarak evimizin yolunu tutuyoruz. Bu çok uzak olmayan güzel koylar insanı tatil bölgelerinde olduğu gibi dinlendiriyor. Zaten temiz oksijeni alan oğlumuz dönüşte horul horul uyudu.

(Bu arada diyeceksiniz ki hiç acıkmadınız mı? :) dönüşte balık yemek için Ümraniye’de Çırçır Ormanı içerisinde bulunan sıkça adını duyduğumuz Fevzi Hoca’nın Yeri‘ne giriyoruz. Ancak balığın taze olmaması, porsiyonun çok küçük, içerisinin ana baba günü gibi olması, birde servis ve hizmet kalitesinin düşüklüğü burayı sizlere anlatmamızı engelliyor..)


Mar 19 2011

Beykoz Korusu


İstanbul’un yakın ve en temiz oksijen alanlarını keşfe devam ediyoruz.

Bu hafta da Beykoz Korusu’nda güzel havanın tadı nasıl çıkartılır diye bakalım istedik. Malum, bir süredir yakın yerlere gezi yapıyoruz. Aslında bundan da şikayetçi değiliz, çünkü bir vesile oldu ve uzun zamandır ”-Aa şurası neymiş”, ”-Aaaa burası neymiş” dediğimiz yerlere, mekanlara birer birer bakıyoruz..

Beykoz Korusu’nun 2 girişi var. Birincisi sahilden, diğeri ise Riva-Beykoz Yolu diye tabir ettiğimiz arka giriş.. Bildiğimizden değil ama Riva yolu üzerinden geldiğimizden Koru’ya yaklaştığımızdaki sağlı sollu asırlık ağaçların yaptığı şov tam bir görsel sanata dönüşmüş. Cadde o kadar güzel gözüküyor ki, koruya girmeden bu cadde üzerinde bile yürüyüş yapabilirsiniz. Hele güneşin ışık oyunlarını izlemek istiyorsanız akşam üzeri saatleri muhteşem oluyor.

Koru iki kısımdan oluşuyor, ilk kısım mesire alanı gibi oluşturulmuş küçük oyun parklarının da bulunduğu kısım, diğer kısım ise restorantların da olduğu yine oyun parkları ve yürüyüş yollarının olduğu kısım. Aslında iki kısım dememizin nedeni arabanız ile ayrı ayrı girişlerden girmeniz. Yoksa koru içerisindeki yürüyüş yolları birbirne bağlı, sadece araç geçişleri yok. Aslında bu hoşumuza gitmedi de değil. Arabaları ormanın içine, hatta burnunuzun dibine kadar kimse sokamıyor. :)

Koru sık ağaçlı, yemyeşil ve bol yokuşları olan bir araziye sahip. Elde bebek arabası yokuş çıkmak zor olurken, yürüyüş ya da spor yapanlar için iyi bir parkur oluyor. Acıktık ve yemek için 2 farklı alternatifiniz var. Birincisi özel sektöre ait olan restoran işletmesi, diğeri belediyeye ait olan işletme. Biz denememizi Belediye tesislerinden yana kullanıyoruz. Nedense işin içine Belediye girince kalite beklentimizi aşağıya çekiyoruz, yemeklerin geç geleceğini hesabımıza katıyoruz yani çıtamızı yüksek tutmuyoruz sonradan çok üzülmeyelim diye. Ancak yemek kalitesi ile bizi mahcup ediyor ve gözümüz ve karnımız tok biçimde 3kişi için 56 Tl hesap ödeyerek (et yemekleri+büyük salata+içecekler) restorantı terk ediyoruz.

Sahil girişine doğru yürüyüşümüze devam ediyoruz, hatta hızımızı alamayıp Beykoz sahiline iniyoruz, biraz da orada yürüyoruz. Şehrin kornası, arabası bizi burada karşılıyor kısa süre içerisinde tekrar koruya dönüyoruz.

Beykoz korusunda hala şehrin içerisinde olduğunuzu maalesef hissediyorsunuz. Belgrad ormanlarında ise bunun tam tersini yaşıyorsunuz, sanki başka bir şehirde dağın başındasınız. Ancak yinede oksijeni vücudunuza yüklemek, boğaza tepeden bakabilmek birazda kuşları dinlemek istiyorsanız yakın ve keyifli bir yer diye notlarımıza ekliyoruz.

İsyatanlar belediyenin sayfasından da telefon ve iletişim bilgilerine ulaşabilirler: www.ibb.gov.tr/tr-TR/Hizmetler/Sosyal/Tesisler/Pages/BeykozKorusu


Şub 7 2011

Belgrad Ormanı


Sabah uyanıyoruz. Hava güneşli. İçimizi ısıtıyor. Önce odasında mışıl mışıl uyuyan bebeğimize bakıyoruz. Sonra tekrar dışarıya. Havanın iyi olduğuna kanaat geitirip, hemen hazırlığa başlıyoruz evden çıkmak için. Bu seferki yolculuk İstanbul’un artık içinde kalan Belgrad Ormanı.

Sarıyer istikametine doğru giderken Demirciköy tabelasını takip ediyorsunuz. Bir iki mesire alanını geçtikten hemen sonra Belgrad ormanı tabelalarını görerek rahat bir biçimde varıyoruz. Göztepe-Belgrad Ormanı yaklaşık 30 dk. sürüyor. içeri girişte Milli Parklar bilet kesiyor. 9 TL ücret ödeyip bir anda sık ağaçların arasından nefis yeşilliklerin içinden geçerek merkezdeki otopark alanına varıyoruz. Aracınızı burada rahatça park edebilir ve etraftaki yürüyüş-bisiklet parkurlarına katılabilirsiniz ve varsa bisikletinizi mutlaka getirin.. Otopark bol, alanlar devasa. İstediğiniz gibi hareket edebilirsiniz. Ormanın tadına varabilmek için (yazın sıcak havalarda çok kalabalık oluyor) en güzel dönemleri ilkbahar ve sonbahar ayları.. Cafe ve restorantlar mevcut. Her türlü ihtiyacınızı buradan karşılamak mümkün.

Orman içerisinde ”Falih Rıfkı Atay, Kömürcübent, Kurtkemeri, Ayvat Bendi” gibi mesire alanları var. Hemen yanıbaşında ise ”Atatürk Arberatumu, Irmak, Kirazlıbent” gibi mesire alanları mevcut. Yeşilliklere doymak, güzel bir dinlence yapmak istiyorsanız burası tam size göre. Mangal, kahvaltı gibi keyifler de yapabileceğiniz onlarca alan var. :)

Gelelim bize.. :) Önce ormanı aracımızla turluyoruz. Bir nevi keşif gibi.. sağ sol..tepeler in çık.. sonra kendimizi çok daha yukarılarda göletlerin içerisinden ”foşur foşur” geçerken buluyoruz. Geliş amacımızdan saptığımızı fark edip tekrar merkeze dönüyoruz. Hemen bebek arabamızı alıp yaklaşık 1.5 saat yürüyoruz. Dinlendik mi? Hem de nasıl.. Evimizin yolunu tutarken taze oksijen uykumuzu getiriyor. Herkes gelmeli buraya, en çokta bebekli aileler.. :)