Şub 10 2010

Burdur, Taşoda Konağı Etnorafya Müzesi, Salda Gölü

dsc_0012

Burdur’un eski tarihi sokaklarında yürüyoruz. Hava güzel, günlük güneşlik. Sokaklar ve eski konaklar bizi eskilere götürüyor. Farklı tarihlerde yapılan konaklar hem Burdur tarihine götürüyor bizi hemde bizlerin bu evlerde yaşanan hikayeleri düşünmemize fırsat veriyor.

Önünden geçerken kapısını açık görerek girdiğimiz ‘Taşoda Etnoğrafya Müzesi’nde neler göreceğimizi bilmeden adımımızı atıyoruz. Geniş bir bahçesi, bahçe içerisinde kuyusu, çeşmesi ve iki katlı güzel bir mimaride yapılmış konak bizi karşılıyor. Ahşap, taş ve kerpiç karışımı yapı 1890 yılında yapılmış. Alt katında görevli bir de bey var. Sıcak bir karşılama ile hemen çay demleyebileceğini söylüyor. Biz de dolanıp çıkacağız diyoruz ve güzel teklifini geri çeviriyoruz.

dsc_0005

Ahşap merdivenlerinden ağır ağır üst kata çıkıyoruz. Evin mimarisi hakikaten de övgüye değer. İnsanı rahatlatıyor. Düşünsenize eskiden bu konaklarda oturanlar tam bir keyif insanı. Şırıl şırıl akan çeşmeleri, bahçesi, kuyusu, misafirleri, bahçede oynayan çocukları hiç eksik olmuyor.. Bu düşünceler ile üst kattaki avluya çıkıyoruz, yan yana odalardan (5 oda) oluşan konakta oda içlerindeki ahşap dolaplardaki süslemeler, tavanlardaki işlemeler oldukça naïf ellerden çıktığını gösteriyor. Neyse ki buradaki restorasyon temiz ve güzel yapılmış, dokuyu bozmadan. Baş oda olarak adlandırılan büyük odada camlar iki sıra halinde yapılmış; üsttekiler vitrayla süslü, alttakilerin tahta kapaklarının üzerinde ise evi yapan usta ve ev sahibini oven yazılar bulunuyor.

Odalarda mankenler ile canladırma yapılmış. O dönemki giysiler, kullanılan eşyalar, yöreye ait dokuları görme şansını buluyorsunuz. Ancak birçok etnoğrafya müzesine nazaran bu eşyalar oldukça az. Hatta bir kaç camlı sehpa kadar diyebiliriz. Umarız bu hayırseverlerin ve Burdur’luların katkılarıyla zamanla daha da gelişir. Bizi gezdiren görevliyle vedalaşıp sokaklar arasında yarın sabah gideceğimiz  Salda gölünü konuşa konuşa kayboluyoruz..

salda_pahoramik

Salda Gölü

Burdur merkezden Tefenni’ye doğru ilerleyip Yeşilovayı geçtiğinizde Salda gölüne geldiniz demektir. Yaklaşık 70 km ve yarım saat sürüyor yol. Göle vardığımızda mangalımızı çıkartmak için uygun bir yer aradık. Orman Bakanlığının göle sıfır tesislerini görüp girmek istedik ancak bayram nedeniyle kapalıymış. Çevrede hiç kimseler yok. Kimse evinden çıkmamış. Göl bile tatilde, hiç bir kıpırtı yok. O kadar dinlendirici gözüküyor ki insanın güneşi sırtına alıp uyuyası geliyor. Hemen uygun bir yer bulup oturuyoruz. Gölün yanına iniyoruz.

Tüm gölü çevreleyen kumsalı enteresan biçimde beyaz, bembeyaz.. Hafif aralarda gri gri sanki biri mangal külü dökmüş gibi renkler var. Aslında bu kumlardaki Magnezyum slikat’tan  (Lületaşı) başka bir şey değil.  Muhteşem gözüküyor kumlar, hele güneş vurdukça beyazlar gözlerinizi alıyor.

dsc_0037

Bu göl bize çok sığ ve küçük gözükse de Türkiye’nin en derin gölü! 184 metre derinliği var!! Ayrıca suyunun temizliği ve berraklığı bizi hayran bıraktı. Göl suyundaki magnezyum ve kil cilt hastalıklarına iyi geldiğinden bir çok ziyaretçi çektiğini öğreniyoruz yıl boyunca. Gölde bulunan sazan ve yılan balığını yine göl çevresinde bulunan restoranlarda yiyebilirsiniz.

Gölün en iyi manzarasını radar tepesi denilen yerden izleyebileceğimizi öğrendik ama çıkmadık. Gelirseniz özellikle fotoğraf için o tepeye çıkılabilir. Sahilde beyaz kumlarda yaptığımız kısa bir yürüyüş, kocaman ormanda kimseler olmadan küçük bir mangal keyfi, ardından gün batımında orman yollarında yapılan dönüş yolculuğu bizi yeterince memnun etti. Sizde gelirseniz mutlaka bu gölün berraklığını ve kumsalını görün…


Ara 16 2008

Bayram Kaçamakları: Sagalassos, Antoninler Çeşmesi, İnar Köyü, İnegöl Köfte, Sütlü Kadayıf

Yeni bir kurban bayramında küçük kaçamaklar ile karşınızdayız. Bu bayram süresince Burdur ve yakın yerlerine gidip, ziyaret etme olanağı buluyoruz. (Aslında Isparta Davraz Dağı planımız da vardı, Burdur’a geldiğimizde telefon açıp kar kalınlığını öğrenmek istedik ve maalesef 1 gram dahi kar olmadığını üzülerek öğrendik. Bu sefer olmadı artık bir sonraki sefere diyoruz.)

Burdur özellikle Akdenize inen tüm tatilcilerin neredeyse yolu üzerinde bulunan bir anadolu kenti. Daha önceki yazılarımızda Burdur’dan az çok bahsetmiştik. Yılda bir ya da iki kere mutlaka ziyaret ediyoruz bu şirin kenti. Böyle küçük anadolu kentlerinde bayramı yaşamak büyük şehirlerdekinden çok daha sıcak ve keyifli geçiyor. Kurban kesimleri daha nazik, etlerin ihtiyaç sahiplerine dağıtımı daha güzel ve tüm bunlar yaşanırken aileler ve dostlarla paylaşmak çok çok daha rahat.

Bir ara bayram ziyaretlerinden bulduğumuz fırsat ile Sagalassos’a doğru yola çıkıyoruz. Burdur – Antalya karayolu üzerinde ilerlerken Ağlasun tabelasından giriyorsunuz. Ağlasun şehre 30 km uzaklıkta bir ilçesi. Sagalassos’a kadar yol yaklaşık 40-45 dk. sürüyor. Yolculuk virajlı dağ geçişleriyle sürüyor varış yerine kadar. Çatık beli ve köylerin arasından geçerken oldukça güzel manzaralar size eşlik ediyor. Kıvrıla kıvrıla dağları bir iniyor bir çıkıyoruz. Yollar rahat. Ağlasun’a geldiğinizde Sagalassos tabelası sizi dağlara doğru yönlendiriyor. Bu tabela ile yaklaşık bir 15 dk daha yol alıyor, dağı tırmana tırmana yolun sonuna kadar geliyorsunuz. İşte burası Sagalassos antik kenti! Aracımızı hemen kenara koyuyoruz. Giriş 5 ytl. Biz yine müze kartımızı gururla gösterip içeri giriyoruz. :)

Araçtan iner inmez bir anda şoklama gibi, buz gibi bir hava ile karşılaşıyoruz. Burdur’da 7 derece olan sıcaklık burada -2 oluyor. Aslında güneş var. Her taraf aydınlık, ancak hiç hissetmiyorsunuz. Allahtan atkı, eldiven, bere gibi yardımcılarımız yanımızda. Hemen takıp sarmalanıyoruz. Doğa bize bulunduğumuz yerin 1700m yükseklikte bir dağ olduğunu oldukça güzel anlatıyor, hatırlatıyor. Ancak kışın, yağmur ve karların yağması ile beraber buraya ulaşımın oldukça zor olacağını da belirtmek lazım, özellikle buzlanma olacağı hiç şüphe götürmüyor.

Önemli bir Pisidya  kentlerinden biri olan Sagalassos’ta yerleşimin çok daha eski olduğu ve M.Ö. 4000’li yıllara dair iz bulunduğu buradaki yazılardan anlaşılıyor. Tarihi boyunca birçok medeniyetin sahip olduğu bu kentin en önemli sahipleri arasında Büyük İskender ve Roma İmparatorluğu bulunuyor. Bir çok önemli esere de ev sahipliği yapan antik kent, yaşadığı büyük depremlerin ardından birde veba salgınıyla boğuşmak zorunda kalıyor. Bu süre içerisinde zayıflayan ekonomi, problemler ve son birkez daha gelen depremin ardından şehir terkediliyor.

Buradaki kazılar aslında 1990’lara dayanıyor. 1706 yılında ilk olarak bir Fransız gezgin tarafından keşfedilen şehrin ortaya çıkması bugünlere kadar uzuyor. Kazılar halen devam etmekte, zaten gittiğinizde sponsorların logoları ve devam eden kazıları çıplak bir gözle görmek mümkün. Bizim en beğendiğimiz eser ise Antoninler çeşmesi. Eskiden şarıl şarıl su akan bu devasa çeşme, oldukça heybetli. Bizi çok etkiledi. Ancak turumuzu hızlandırıyoruz, yoksa bir süre sonra burada donup kalacağız. Kar yağmaya başlıyor. Minik minik.. Hızlı bir çevre yürüyüşünden ve biraz fotoğraftan sonra kendimizi tekrar sıcak aracımıza atıyoruz. :)

Buralara kadar gelip Sagalassos gibi önemli bir kenti görmeden gitmek olmaz. Özellikle tarihi sevenlerin muhakkak uğraması gerekiyor. Ama şunu da belirtmeden geçemeyeceğiz; bu kadar tarihi açıdan önemli bir antik kentin yeterince tanıtımının yapılmadığını düşünüyoruz. Ama biz size bu şehir ile ilgili daha da ayrıntılı bilgi bulabileceğiniz bir web siteli verelim: http://www.sagalassos.com.tr/

Son bir söz; siz siz olun yaz aylarında ya da ilkbaharda gidin. :)

Ertesi gün yaklaşık 1 seneden beri planladığımız İnar Köyü’ne doğru yola çıkıyoruz. Bizim için önemi büyük bu köyün. Fulya’nın bebekliğinin geçtiği bu köye yaklaşık 15 yıldır uğrayamamış olması bizim en büyük heyecanımız oldu. Uzun süren hazırlanmalar ardından bir heyecan yola koyulduk. İnar köyü Burdur’un bir köyü. Ancak bozulmamış havası, ortamı ve evleri ile geleneksel bir köy yaşamı sunuyor size. Köye gitmek yaklaşık 20 dk. sürüyor. Yolar güzel ancak ilerlerken Burdur gölü’nün etrafından dolaşıyorsunuz ve gölün çekildiğine tanıklık ederek içinizde bir burukluk oluyor. Yıllar önce (20-25 yıl) 100-110 talebesi olan ilkokulu artık sadece bina olarak hiçkimselere hizmet etmeden öylece kalakalmış. Köye girişte size hoşgeldiniz diyor.

 

Aracımızı köye girer girmez park edip hemen Fulya’nın ‘Fatma Anne’sine doğru yürümeye başlıyoruz. Bizim geleceğimizden haberi yok. Süpriz süprizdir ama umarız bizi tanır diye içimizden geçiriyoruz. Duygusal anlar başlıyor bizim için çünkü 20-30 yıl önce haraketli olan sokaklar yerini yıkılmak üzere olan ahşap evlere bırkamış. Köyün tüm nüfusu neredeyse yaşlılardan oluşuyor. Zaten geriye topu topu 200 adet nüfus kalmış. Bunlar maalesef işsizlik ve istihdam sorununun yarattığı üzücü problemler. Genç nüfus iş bulabilmek için belirli bir yaştan sonra köyü terk etmiş Burdur’a gitmiş. Evlilik falan derken köyde sadece kala kala yaşlılar kalmış. Evlerde haliyle bakımsızlıktan çöküyor, yıkılıyor, hele ev sahibi yaşlılar da vefat edince tam bir harabeye dönüyor.

Bu tespitlerimizin ardından ‘Fatma Anne’sinin evini buluyoruz. İçeri girip baskın yapıyoruz! :) Görür görmez tanıyor. Sarılıyor. Tam yemek üzeri gelmişiz. Yer sofrasında kendilerine göre yemek hazırlamışken bizim gelişimiz ile birlikte hemen bizede ek tabaklar konuyor. Tam bir anadolu insanı misafirperverliği ile yeniyor içiliyor. Yılların getirdiği özlem ile herşey anlatılıyor. Bizim gelişimizi duyan komşu evdeki amca ve teyzede geliyor. Takım tamamlanıyor. O kadar keyifli, herşey o kadar doğal ki, insanlık asıl köylerde yaşanıyor diyiveresimiz geliyor. Köydeki herkes tanısın tanımasın size selam veriyor..konuşuyor..sohpet ediyor. Akşam hava kararana dek köyde kalıyoruz. Sokaklar karanlık evden çıktığımızda. Aydınlatma sadece köy meydanında var. Ama doğal ışığımız olarak ay devreye giriyor. İnanılır gibi değil her yer apaydınlık oluyor. Ködeki güzel insanların nur yüzleri bize arabaya gidene kadar eşlik ediyor aydınlatıyor.

Veda ederken asıl güzellikleri Eylül ayında görebileceğimizi ekliyorlar ve yine beklediklerini söylüyorlar. Bizde mutlaka ama mutlaka geleceğimizi söylüyoruz.


İstanbul-Burdur yolculuğumuzu bu sefer farklı bir güzergahtan yaptık. Bursa-İnegöl-Bozüyük rotasını izleyerek geldiğimiz yolda yine aynı güzergahtan geri dönüyoruz. Daha önceleri Pamukova-Bilecik üzerinden geliyorduk. Ancak yol son derece virajlı ve sıkıntılı. Bursa yolu çok rahat ve güzel kesinlikle bu yolu denemenizi tavsiye ediyoruz. Bilecik üzerinden 580 km ve 7 saat süren yol Bursa üzerinden 8 saat ve 540 km sürüyor. Ama yolda hiç yorulmuyorsunuz. Yolun 1 saat uzaması sadece feribot ve vapurlardan kaynaklanıyor. Ama hiç problem değil..Acelemiz yok! :) Hatta yolda bir lezzet durağı ekliyoruz. İnegöl merkezde tam kavşakta ‘Zeynel’ restorantı var. Tabiki İnegöl köfesi yedik ve süper! Kesinlikle deneyin. 4 kişi için 45 ytl hesap geliyor. Gayet normal (tatlılar dahil..). Hele yemek sonrası yediğimiz ‘sütlü kadayıf’ apayrı keyif oldu bizim için. Çok hafif ve lezzetli. 

Akşam vardığımız İstanbul’da şehri özlemediğimizi farkediyoruz ve bir sonraki tatilimizi iple çekiyoruz…


Haz 2 2008

Burdur Şiş-2

 

Yine bir vesile ile Burdur yollarındayız. Çıkış saatimizi öyle bir ayarladık ki kendimizi varır varmaz Burdur şiş kebabı yiyeceğiz. Ama bu sefer durak farklı. Geçen sefer yediğimiz yer haricinde otosanayi sitesinde meşhur olmuş bir şişçideyiz. Buradaki fark bol bol yağlanmış ve ızgarada pişirilmiş pidelerinin yanı sıra herkişiye birer porsiyon gelen enfes lezzetli domatesleriyle ikram yapılıyor. Oldukça salaş biryer fakat aile ile gidilebilecek bir mekan. Yalnız buraya gitmek için otosanayine girdikten sonra mutlaka birilerine sormak gerekiyor özellikle yabancıysanız sokaklar arasında karıştırabilirsiniz. Sizleri fotoğrafıyla başbaşa bırakıyoruz. Yorumsuz :)

Ara 24 2007

Burdur Şiş

19 Aralık 07 saat 13,30 civarında bayramı geçirmek üzere geldiğimiz Burdur’a giriş yapıyoruz. Ama şehre girdiğimiz andan itibaren geçen sefer yiyemediğimiz ve bu sebeple içimizde kalan o meşhur Burdur Şiş’i aramaya başlıyoruz. Şehirde bunu yapan en meşhur lokantaya giriyoruz “Özsarı Kebap Salonu”.

Lokantanın arka kısmında bulunan büyük salona doğru geçiyoruz, fakat geçerken ocak ve mangalların yanlarından geçiyoruz. O şişleri pişerken görmek, dumanlarını yükselirken görmek, kokularını içimizde hissetmek özellikle de yaklaşık bir yıldır bu anı beklemek insanı daha da heyecanlandırıyor. Burdur şişte her bir porsiyonda, yine herbiri parmak kalınlığında 4 adet ince uzun et bulunmakta. Bunlar sıcacık pidelerin arasında salatasıyla beraber geliyor. Açlığımızdan mı bilinmez fakat ferçekten her bir parçayı yerken etin tadına varabilmek için ayran dahi içmediğimizi farkettik. Şu anda bu satırları yazarken bile aklımıza gelmekte ve ağzımız sulanmakta :). Salatada ince kıyılmış turp şiş’e ayrı bir lezzet vermiş. Bur-Ayran’ larımızı yudumlarken bu lezzeti neden daha önce tatmadık diyoruz! (Bu arada şehirde her türlü ürünün başına “Bur” getirildiğinden kendi aramızda espri konusu oldu. Bursüt, burayran, buryağ…) Kesinlikle önerilir! Yanlız dikkat: 1-1,5 porsiyon derken kendinizi 2,5 porsiyon yemiş halde bulabilirsiniz.