Tem 11 2011

Balkan Gezisi 4. Bölüm: ‘Klis, Split, Dubrovnik(2)’

Üçüncü bölümü kaçıranlar buraya tıklayın :)

Otelde yaptığımız güzel kahvaltının ardından otobandan 4 saat sürecek olan yolculuğumuza çok geç olmadan çıkmak istiyoruz. Malum bebekler ile bu yolculuğun 5-6 saate çıkma riski var, bir de hava sıcak araç içerisinde sıcaklık arttıkça bebek huysuzluğu da artıyor. O sebeple vakitli gidip geç saatte dönmek bu gibi yolculuklarda en güzel kural. :)

Otobana ulaşabilmek için sahilden ilerlemeye başlıyoruz. Malum, virajlı diye bahsetmiştik. Yine sınır kontrollerinden geçip kısa bir süre Bosna-Hersek topraklarına girip çıkıyoruz. Bu 15 km uzunluğundaki kısa Bosna Hersek sahili savaş sonrasında Bosna’nın hiç denize açılan kapısının kalmamasıyla anlaşmalar üzerine verilmiş ve böylece Adriyatik denizine açılan bir kapısı olmuş.

Tekrar Hırvatistan topraklarına giriyoruz ilerliyoruz. Karşımıza otoban tabelaları çıkıyor, takip ediyoruz, süre ilerliyor, yine otoban tabelaları çıkıyor.. Yol bi güzelleşiyor bir kötüleşiyor derken köy içlerinden geçmeye başlıyoruz. Neyse uzatmayalım yol bitiyor, toprak yolda ilerlemeye başlıyoruz. Yanlış mı gidiyoruz diyoruz ama yok, hala karşımızda otoban tabelası var sağı gösteriyor. Hay bin kunduz! :) Biz otobana ulaşana kadar zaten iki saat geçiyor. Meğer otobanın bir kısmı yapım aşamasındaymış. Kalan kısım gayet güzel ve düzgün, bundan sonrasını basıp Split’e doğru ileriyoruz.

Ancak Split yolu üzerinde uğrayacağımız bir yer daha var: ‘Klis’ . :)

Klis

Şu anda küçük bir köy ve tarihi kaleden ibaret. 16.YY.’da Osmanlı İmparatorluğu buralara kadar gelmiş ve Klis kalesini almak için uğraş vermişler. Bir kaç defa geri püskürtmüş İmparator Peter Kruzic kaleyi savunmuş ve vermemiş, ne zaman ki imparator ölmüş, kalenin zayıflayan savunmasıyla beraber ele geçirmişiz ve 111 yıl boyunca bizimkiler buraları yönetmişler.

Bizim, arabayla 4 saatte Dubrovnik’ten buraya ulaştığımızı düşününce, tepeden vadiye ve önümüzdeki Split şehrine bakarken binlerce asker, toplar, atlar ile ne kadar zor bir iş başardıklarına tanık olduk. Kale içerisine giriş ücretli yetişkin 10 Kuna, çocuklar 5 kuna. Kendinden bezmiş bir görevli oturuyor kapısında, bilet karşılığında bir kaç dilde basılmış broşür veriyor.

Kalenin, vadilerin arasında Adriyatik ve Split şehrine hakim konumda. Büyük bir kısmı hala güzel ve ayakta kalmış. Restore edilen ve tahminimizce biz oradayken açık olmayan bir de cafe kısmı var. Split’e giderken durup düşünmek ve manzaranın tadını çıkartmak için oldukça güzel bir gezi noktası. Bebekleri beslyeip biraz oksijen aldıktan sonra Split’e olan yolculuğumuz devam ediyor ama artık yokuşu indikten sonra şehre varacağız.

Split

Birkaç gündür unuttuğumuz trafik bizi Split’te karşılıyor. Işıklarda beklemek, şehir kaosu büyük bir yere geldiğimizin ilk belirtileri. Dura kalka ilerlerken nereye gideceğimiz bir anda bilemiyoruz. Aslında navigasyon gösteriyor ancak Polis karakolunu görünce bir de onlara soralım diyoruz, merkez nerededir diye. Hayatımızda konuştuğumuz en uyuz Polis’ti sanırım. Sorumuzun cevabı olarak eliyle sadece ‘-şöyle git!’ işareti yaptı. Ama biz biraz ilerleyip bir de normal insana sorup teyidimizi aldık :)

Bulduğumuz açık ve güzel bir otoparka aracımızı park ettik. Sahile 15 dk. yürüyüş mesafesinde olduğumuzu yürüdükten sonra anladık. Eski sokakların arasından kıvrıla kıvrıla İzmir’in kordon gibi güzel bir düzlüğe çıktık. Bir yanımızda cafeler, diğer yanda deniz. Hemen cafelerin arkası aslında Old City dediğimiz tarihi evler ve kalesi. Bir kaç saat boyunca buradaki güzel sokakları gezdik, şehir büyüklüğünden olsa gerek oldukça kozmopolit insanlardan oluşuyordu. Dilencisinden, öğrencisine, pazarcı esnafından, alkoliğine bir çok kişi görmeniz mümkün. Kale içerisinde gezerken rastladığımız turist ofisine uğrayıp ücretsiz birer harita ve bilgi alıyoruz. Kadın görevli bizim gördüklerimizden farklı birşey söylemiyor ve bizde ona geleneksel tadları nerede alabileceğimizi soruyoruz.

Kadının verdiği 3 adrese de gidiyoruz ancak ilk ikisinin yerine yeller esiyor. 3. Olan Sperun adında bir lokanta. Güzel şirin ve lezzetli gözüküyor. Özel bir balık yemeği sipariş ediyoruz oraya has. Yemek değilde bir nevi çorba gibi geliyor. Balık büyük parça ve kılçıklı olduğundan yemesi zahmetliydi. Ancak oldukça lezzetli ve neredeyse sadece ekmek banarak bile yenilebilecek kadar güzel yemek suyu vardı.

Yemeğimizi yedikten sonra turizm bürosundaki kadının söylediği seyir tepesine doğru gidiyoruz. Ormanla kaplı bu tepede seyir terası gibi bir alan oluşturulmuş ve burada şehre tepeden bakabiliyorsunuz. Aynı zamanda orada bulunan cafelerde manzara eşliğinde birşeyler yiyip içebilirsiniz. Biz havanın serinlemesiyle çayda karar kılıp, kötü birer çay içip akşam 8 gibi geri dönüş yolculuğuna çıkıyoruz.

Split için bu kadar saat yol gelmeye gerek varmı? Aslında çokta yok. Ulaşımın zorluğu, görülecek çok fazla bir detayın olmaması bir daha bizi bu şehre getirmeyecek gibi duruyor.. :)

Gece yarısı otele vardığımızda pestil gibiydi herkes ve özellikle bebekler. Yarını burada yani Dubrovnikte geçirmeye karar veriyoruz.

Dubrovnik (2.bölüm)

Gezimizin başında Dubrovnik’in eski şehrini gezip durmuştuk, bu sefer şehrin yeni kısmını hedef belirliyoruz. Tepenin hemen ardınd kalan şehir merkezi arabayla 15 dk. sürmüyor bile. Güzel yazlık evlerin ve yatların arasından geçerek sezondolayısıyle henüz tam açılmamış plajların olduğu sahile geliyoruz. Deniz tertemiz ve bomboş. Yazın burada deniz oldukça keyifli olacağa benziyor. Zaten sakin olan şehrin bu tarafı daha da sakin :) Cafeler ile dolu bir sokağı var, bizdeki barlar sokağının daha derli toplusu. Güzel mimariler, güzel deniz ve güzel insanların arasından geçerek büyük adalardan birine gitmek için feibot iskelesine yanaşıyoruz. Feribot bileti alacağımız gişe kapalı beklemekten sıkılıp ilerideki başka bir yere soruyoruz ve sezon dolayısıyla günde 1 sefer olduğunu söylüyor bu hayalimizi de çöpe atıyor. Gitsek geri dönemeyeceğiz çünkü. Yaz sezonu ile birlikte oldukça fazla gezi turları, seferler düzenleniyormuş, yazın gideceklerin dikkatine :)

Akşam üzerine doğru, şehirde yapılabilecek son etkinliğimize Teleferik’e geliyoruz. İlk geldiğimizde gece gökyüzünde ışıl ışıl yanan dev bir ‘haç’ görüntüsü dikkatimizi çekmişti. Sabah olduğunda onun dağın tepesinde kocaman bir betonarme yapı olduğunu anladık ve teleferikleri de görünce gezi planımıza almıştık.

Teleferik doldukça yukarıya çıkartıyor görevliler. Enfes bir manzara eşliğinde çıkmaya başlıyorsunuz. Yaklaşık bir 5 dakika gibi çıkış sürüyor. Tüm Adriyatik ayaklarınızın altında küçük bir resim gibi kalıyor. Mutlaka burayı görmeniz lazım. Tepede bir hediyelik eşya dükkanı bir de restoran var. Küçük ve güzel bir yer. Savaştan bu teleferiklerde nasibini almış. Bombalanmış ve düşmüşler. Resimleri ve tekrar yapılışlarının resmedilmesi asansör başındaki çerçevelerde mevcut. Araba ile ulaşmakta mümkün, dağ yollarından geliniyor ama hiç gerek yok çok konforlu ve hızlı biçimde gelinebiliyor.

Şehirde ve hatta Hırvatistanda geçirdiğimiz son gün olması sebebiyle son bir şehir turu atıp, eskiden Kralın sarayı olan yerde yemek yemeye karar veriyoruz. Enfes lezzette biftek tabağı, garnitür olarak ton balığının top top yapılmış hali, patatesler vs. derken masamızdan midemiz ve gözümüz tok olarak ayrılıyoruz. Ortalama aile başı 350 Kuna ücret ödüyoruz. Böyle bir mekan ve yemekler için normal sayılabilecek (hatırlayınız :) 1. kısımda yediğimiz kazık ), gayet memnun kalarak ayrılıyoruz.

Sabah otelden ayrılacağız ve kalan günlerimizi Bosna Hersek topraklarında geçireceğiz. Artık bavulları toplama vakti..


May 30 2011

Balkan Gezisi 2. Bölüm: ‘Dubrovnik’


İlk bölümü kaçıranlar buraya tıklayın :)

Sabah olduğunda odanın perdelerini açıyoruz içeriye ışık girsin diye, bir anda muhteşem bir manzara bizi karşılıyor. ‘-Vaay’ sesleri eşliğinde terasta bir süre manzarayı seyre dalıyoruz. Uçsuz bucaksız bir deniz hafif deniz serinliği sabah erkenden yüzümüze vuruyor taze taze..

Dubrovnik’te şehir Old Town (Eski Şehir) ve New Town (Yeni Şehir) diye iki kısma ayrılmış. Eski şehir denilen kısımda heryerde resmini gördüğünüz meşhur kalesi, içerisindeki tarihi evleri ve sokaklarından oluşan kısım. Aslında tüm hareket ve bereket burada. Bütün güzel cafeler, restoranlar, eğlence yerleri, gezilecek ana yerler v.s..

Yeni şehir ise adından da belli olan şehrin sakinlerinin oturduğu bazen aprtmani bazen müstakil evlerden oluşan, limanıyla, otobüs duraklarıyla, parkları, plajlarıyla şehrin gelişen modern kısmı. Aslında bu iki seçenek her anlamda tatilini burada geçireceklere güzel alternatifler sunuyor.

Otelden çıktığımızda denize paralel yolu takip ederek yürümeye başlıyoruz. Şehir o kadar sakin ki çektiğim fotoğrafta hareket olması amacıyla bir insan, bir araba bekliyoruz ama geçmiyor. Bizde beklemekten sıkılıp deklanşörümüze basıyoruz. Sokaklar tipik Avrupa sokakları, eski binalar çok güzel korunmuş, yollar temiz, herşey düzenli.  15 dakika sürüyor eski şehir merkezine gelmemiz. Turist ofisinden Türkçe baskı bir Dubrovnik kitabı alıyoruz. Zaman zaman gezi sırasında açıp okuyoruz ve çok faydalı oluyor. (50 kuna ödüyoruz kitaba)

Kalenin ‘Pile’ kapısı hemen karşımıza tüm güzelliği ile duruyor. Bir dönem insanların burada yaşadığını bilmek onları hayal ederek ana kapıdan girmek daha bir heyecanlandırıyor bizi. Oldukça zorlu bir tarihi olan Dubrovnik, Osmanlı’nın Balkanlarda yerini güçlendirdikten sonra bir dönem kuşatması altında kalıyor. O dönem için oldukça yüksek bir tutar olan 12.500 düka altını vergi veriyorlar bize. 1667 yılında çok büyük bir deprem geçiriyorlar ve ardından çıkan yangınlarla başetmek zorunda kalıyorlar, bununla beraber çıkan hastalıklar şehrin belini büküyor. En son olarakta 1991-1992 yılında Sırp ve Karadağ saldırıları şehri yıkıyor, yoruyor. En büyük yıkım 6 Aralık 1991 yılında şehre tamı tamına birkaç bin bomba düşüyor. Zaten sokak aralarında rastladığımız bir kaç evin duvarında ‘unutmayacağız’ diye pano yapmışlar ve evin savaş zamanındaki yanmış yıkılmış fotoğraflarını koymuşlar. Bütün bunlara rağmen kısa sürede tüm yaralarını sarmışlar ve Dubrovnikte bu panolar haricinde savaşı hiçbir şey hatırlatmıyor.

Kale’nin içine girdiğimizde hemen karşımıza ‘Büyük Onofrio Çeşmesi’ çıkıyor. O dönem şehre su vermsei için yapılmış bir sanat harikası. Hemen onun karşısında Male Brace Fransisken Kilisesi yine tertemiz korunmuş biçimde. Bu iki eserin ortasından geçen ana sokak ‘Stradun’ olarak geçiyor. İlerlemeye başladıkça sağlı sollu cafeler, restorantlar, hediyelik eşya satan dükkanlar her biri ayrı ayrı güzellikte. Şehrin bu kadar temiz ve estetik olması çok hoşumuza gidiyor. Bu sokak aslında ana merkez konumda. Yani tüm hareket burada ve en güzel cadde. Kalabalık arka sokaklarda git gide azalıyor. Yolun hemen sonunda karşımızda ise Sponza Sarayı binası duruyor. Onun yanında Küçük Onofrio Çeşmesi, Aziz Vlaho Kilisesi ve önünde Orta Çağ Şovalyesi Orlando’nun heykeli buluyor. Aslında gezilecek yerlerin hepsi toplu bir biçimde şehir surlarının içerisinde ve bütün gün burada kalarak eski şehri gezmeniz ve bitirmeniz mümkün.

Biz de bir süre sonra ana caddeden ayrılıp her biri ayrı şirinlikte olan küçük ara sokaklara girip çıkmaya başladık. İnsanların hala bu eski evlerde oturması o kadar güzel bir duygu ki, ve tabiki yaşanılan mekanlar da aynı biçimde bakılıp korunuyor. Sonra bir ara insanların çok güzel gözüken dondurma yediğini farkettik. Önünden geçtiğimiz dondurmacıda bile çok güzel görünüyordu ama öğlen yemeği yiyeceğimizden yemek sonrasına bıraktık bu keyfi.

Kale surlarının bittiği noktada küçük bir limanı var eski şehrin. Tarihte neredeyse ticaretinin önemli bir kısmını denizden sağlayan şehrin korunaklı bir de limanı var. Artık bu liman balıkçı teknelerini değil küçük tekneleri ağırlıyor. Limanın bir köşesinde tekne turları düzenleyen firmaların standlarını görüyoruz ve bilgi almak için birine yanaşıyoruz. Toplam yarım saat sürecek olan turda hemen karşıdaki adanın etrafında tur atıp geri geliyoruz diyor görevli ve bunun için kişi başı 10 Euro talep diyor. Ama gezi rotası hiç içimizi açmadığından bu turu yapmamaya karar veriyoruz.

Şehri turlarken diğer bir dikkatimizi çeken nokta evlerin balkonsuz olmasından dolayı tüm çamaşırların camlarda ipe asılı olmasıydı. Kiminin çorapları, kiminin herşeyi sokakta kurumaya bırakılmıştı. :) Ara sokaklardan birinde küçük bir Pazar kurulmuştu, aslında pazarcık desek daha doğru. Organik bazı ürünlerin satıldığı 8-10 tezgahtan ibaret olan pazarda zeytinyağından, turşuya bir çok şey mevcuttu.

Öğlen yemeği için Tapas restoranını tercih ettik, et yemeklerinin (tavuk ya da dana farketmiyor) 45 kuna olduğu restorantta yine aynı ekibin 315 kuna hesap ödemesiyle dün akşamki büyük hesap dilimize bir anda düşüveriyor.

Şehir turumuzun sonunda girdiğimiz kale kapısında yine sohpet ederken kale surlarına çıkmak istiyoruz erkekler olarak, eşler ve çocuklar gördükleri merdiven karşısında haklı olarak bu geziye katılmak istemiyorlar. :) Bizde hemen bakıp geliyoruz diye ayrılıyoruz yanlarından. Ancak çıkış için 70 kuna (20 TL) kişi başı ücret ödüyoruz. Basamakları çık çık bitmiyor, ama ardından şehri yukarıdan çok güzel bir şekilde izleme fırsatını yakalıyoruz. Haydi biraz yürüyelim diyoruz ve ilerlemeye başlıyoruz, bir yandan fotoğraf çekerken diğer yandan keyifli bir ortaçağ dönemi yaşıyoruz.

Ancak bir süre sonra tek yön tabelaları ile karşılaşıyoruz. Bu kadar gelmişken hadi ilerden çıkarız diyoruz ve maalesef eşlerimizin yanına 1 saat sonra varıyoruz. :) Şehrin surları etrafında tam bir tur atmak zorunda kalıyoruz. Bir iki çıkış ile karşılaşıyoruz ama bu çıkışlar zaten turun yarısını bile geçtükten sonra olduğundan oraları pas geçiyoruz. Şehri gittikçe yükeselen surlardan görmek, kırmızı çatıların renk tonlarının bile aynı olduğu üzerine sohpet etmek istiyorsanız ve vaktiniz varsa, bu kadar uzun bir yol yürümek ayrıca basamak çıkmak beni yormaz diyorsanız kesinlikle önerdiğimiz bir gezi. Otele geri döndüğümüzde artık bacaklarımızı hisettmiyorduk ona göre :) .


May 29 2011

Balkan Gezisi 1. Bölüm: ‘Saraybosna-Dubrovnik’ yolculuğu

Sarajevo International Airport

Sabah 5.30 gibi yola çıkıyoruz. Saat 08.00’de kalkacak olan İstanbul-Saraybosna uçağımıza yetişebilmek için hızlı hızlı hareket ediyoruz. Malum bu sefer dostlarımızla kalabalık ve bebekli ayrıca bir o kadar da mecera dolu bir seyahat olacak.

Balkan gezimizi evet uzun bir süre önce araba ile gideceğimizi söylemiştik sizlere. Ancak Gerek araç triptik belgeleri, sigortaları, Yunanistan vizesi, benzini derken THY’nin indirimli biletine (Gidiş dönüş, 2 yetişkin + 1 bebek 980 TL) denk gelince bir anda tüm program değişiverdi. Uçakla gitmemizin bize yaklaşık 1500 TL daha ucuza geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ekibimiz 3 aileden oluşuyor, 6 yetişkin ve her ailede birer bebek (0-2 yaş)  mevcut. Bebekle gezmek zor diyenleri hissediyor gibi oluyoruz, hayır hiç korkmayın ve gezmeye alıştırın. Tek yapmanız gereken bebeğinize ve kendinize hayatı kolaylaştırmak. :)

Uçuşumuz 1.30 saat sürüyor. Türkiye saati ile 9.30’da inmiş oluyoruz. İnince saatleri 1 saat geriye alıyoruz şaşırmamak için. Havaalanında daha önceden ayarladığımız kiralık minibüsümüz ve şirket yetkilisi Hakan bey karşılıyor bizleri. (New Horizons Rent a Car – Hakan Varan / Gsm: 061 137 700) İsminin Hakan olduğu görünce bir anda Türkçe konuşmak istiyoruz ama nafile. :) Maalesef İngilizce anlaşıyoruz. Ama ‘0’ km ve bebek koltukları olan bir minibüs teslim ediyor ve bize de 8 gün (720 Euro) boyunca tertemiz bu minibüsle gezmek kalıyor. Gelmeden önce bir çok ünlü ünsüz kiralama firmasıyla görüşmeler yaptık, küçük sınıf araçlar hariç (VW Polo-VW Golf sınıfı v.b..) diğer otomobillleri yada herhangi bir vasıtayı ülkeler arasında götüremiyorsunuz. Hakan bey bizim aracımızda problem yaşamazsınız dediği için onu tercih ediyoruz. Aslında yeşil kağıt denilen (Triptik) bir belgenin araçta olması gerekiyor. Bu belge ile aracınız geçiş izni alıyor olay bundan ibaret.

Saraybosna ilk anda bizi sisli-puslu ancak temiz havasıyla karşılıyor. Hemen bavullarımızı bebek arabalarımızı yerleştirip yola koyuluyoruz. Burada yaşayan arkadaşımızda kahvaltımızı yapıp, hasret giderip yola koyulcağız. Hem malum bebekleri beslemek ve yorgunluklarını atmak gerekiyor :) . Araç ilk başta sessiz olsada bir süre sonra çocuk sesleri(!) eşliğinde bir yolculuk başlıyor. Hep sorardık neden bebekli aileler, sadece bebekli aileler ile görüşüyor? İşte burada sorumuzun yanıtını bulduk.. :)

Havaalanı zaten oldukça küçük ve işlemler hiç de uzun sürmüyor. Yola çıkınca ilk anda şaşkınlık, üzüntü ve burukluk kaplıyor içimizi. Binaların birçoğunda mermi izleri, patlamış roketler ve şarapnel parçaları hala rahatlıkla görülüyor. Şehrin nispeten dış kısımları sayılan havaalanı tarafından şehrin merkezine ulaşmamız 10 dk. sürüyor. Nefis bir kahvaltı keyfinden sonra gerekli yol talimatlarını alıyoruz ve yola koyuluyoruz.

Saraybosna – Dubrovnik arası normal şartlarda 4.5 saat sürüyor. Km olarak çok olmasa da hız limitleri oldukça düşük ve yollar çok virajlı. Neredeyse her 10-15 km aralıklarla radar polis kontrolleri var. Hız yaptığınız an cezayı basıyorlar. Bizdeki gibi Polis arabası size bakmıyor, ters şeritte ve karşı tarafta duruyor ama polis elindeki cihazı karşı tarafa tutuyor. Böylece biz sevinirken bir anda çevirmeye giriveriyoruz. :) Bosna polisi Boşnakça bize birşeyler söylerken bizde ingilizce ona birşeyler söylüyoruz. İki tarafta anlaşamayınca kağıdı alıp bize ‘-Neden 100 ile gidiyorsunuz burada 80’ diyor. Bizde önce Türkiye’de ki gibi ‘–bilmiyorduk?’ ayağına yatıyoruz, yemeyince ‘-biz aileyiz’ ,  onu da yemeyince ‘–biz Türk’üz’ diyoruz. Gülümsüyor ve işe yarıyor. :) ceza yemeden bizi bırakıyor. Ceza yediğiniz takdirde evraklarınızı alıp Mostar yabancılar ofisine yolluyormuş, biz de oradan evrakları alıyormuşuz. Yani parayı verdim kurtuldum ile iş bitmiyor. Belki de 3-5 saatlik bir maceradan kurtulmuş olduk. Bu yüzden siz siz olun kurallara uyun.

Sınır geçişlerinde pasaportlara ve araç belgelerine bakıyorlar, neden gittiğimizi soruyorlar ve damga basıp yolluyorlar. Bu sebeple stres olacak sıkıntı yapacak hiçbirşey yok. Hatta birçoğu bebekleri görünce soru sormuyor bile.. En keyifli an ise vizesiz yapılan yolculukların ne kadar güzel olduğunu anlamak oldu. İnşallah vizesiz dünyanın heryerine gitmek bir gün gerçekleşir..

Bitmek bilmeyen virajlar, ortalama 80 km hız neticesinde bebekler sıkılıyor ve huzursuzlanıyorlar. Sürekli mola vererek onları rahatlatmaya çalışıyoruz. Neyse uzatmayalım 6.30 saat sürüyor yolculuğumuz. :) Yanımıza iyiki Türkiye’de evde yaptığımız kek ve poğaçaları almışız yoksa yolculuk bitmezdi..

Otele (Rixos) vardığımızda hava kararmıştı. Odalarımıza yerleştik. Ölü sezon olması dolayısıyla oldukça iyi bir fiyata aile odası satın aldık (Günlük oda fiyatı 80 Euro, Kahvaltı dahil). Odalar çok güzel, temiz ve özellikle bebekli aileler için oldukça rahat. Otelin konumu, manzarası muhteşem. Yürüyerek 15 dk. içinde Dubrovnik merkezinde oluyorsunuz. Resepsiyonda 100 Euro bozduruyoruz ve yaklaşık 714 Kuna geri veriyor görevli. Bizim paramız değerli burada 1 TL= 3.5 Kuna.

Hepimiz acıktık ve akşam yemeği için merkeze iniyoruz aracımızla. Henüz keşif yapamadığımızdan tarihi kaleye bilmeden üst kısımdan giriyoruz ve bebek arabasını yüzlerce basamak elimizde indirmek ve dönüşte de çıkarmak zorunda kalıyoruz. Turistik bir yer ve saatin henüz 20.30 olmasına rağmen birçok yer kapanmış açık olan yerler ise pub gibi ya da ‘cıstak’ müzikli yerler. Bebekler için sakin bir yer bakınıyoruz. Bir yer gözümüze geliyor ve yemeğe karar veriyoruz. 6 kişi yiyip içiyoruz (ana yemekler) 814 Kuna hesap ödüyoruz. Böylece ilk ve son kazığımızı yemiş bulunuyoruz. :) Neyse ki yemekler güzeldi. Deniz ürünleri oldukça fazla. Yemek sonrası dinlenmek üzere tekrar otelimize dönüyoruz.