15 günde 3000 km 2.Bölüm ”Sinop, Sinop Cezaevi, İnceburun, Hamsilos, Kumkapı, Akgöl”
1. bölümü kaçıranlar buraya tıklayın :)
Sinop’a girdiğimizde gece yarısı olmak üzereydi. Ancak İnebolu-Sinop kıyı yolu bizi inanılmaz yordu. Neredeyse hiç durmadan İstanbul-G.Antep’e gitmiş kadar yorulduk. Bir an önce kalacağımız otele yerleşip dinlenmek istiyoruz. Oğlumuz çoktan uyuya kaldı arkada..
Önce merkezde bir tur atıyoruz ne neresidir diye. Ardından internetten bulduğumuz otelimizin önünden geçerken hemen park ediyoruz konuşmak için. Otel 117 güzel temiz bir otel ancak elektriğimiz görevliyle bir türlü tutmuyor. Hemen karşısındaki Sinopark oteli de listemizde girip bir de oradan fiyat alalım diyoruz. Girişteki görevliler daha otele girer girmez sıcak tavırları ve hoş sohpetleriyle önce gönlümüzü, verdikleri fiyat teklifiyle de (Oda+Kahvaltı 100 TL) cebimizi fethediyorlar. Odalar yeni elden geçmiş şık ve tertemiz. Hemen yerleşiyoruz. Bu mevsimde şehir otellerinde genelde iş için gelenler kaldığından bizden başka aile de yok.
Hörül hörül uyuduktan sonra sabah odamıza doluşan güneş ile uyanıyoruz. Mis gibi dinlendik. Şehrin güzel dinamik bir havası var. Çatı katına çıkıyoruz kahvaltı için. Enfes bir manzara, tüm Sinop ayaklarınızın altında. Bu yüzden otel için doğru karar.. Girişteki Büşra hanım ile kabaca rotamızı paylaşıyoruz o da bize yardım ediyor ve yönlendirmelerde bulunuyor. Hatta fotoğraf makinamızın biten şarjı için fotoğrafçıları arayıp şarj aleti bulması ile son noktayı koyuyor ve bizden kocaman bir tebrik alıyor :)
İlk gezimiz ‘Tarihi Sinop Cezaevi’. Kapısına geldiğinizde içiniz bir cız ediyor. Müze kartımız olduğundan ücretsiz giriş yapıyoruz. İçeride bazı odalarda eşyalar eskiyi canlandırmanız için bırakılmış ya da dekore edilmiş, kimi yerler ise metruk vaziyette. Evliya Çelebi güzel üslubuyla cezaevini şöyle anlatıyor: “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar.”
2 yaşında oğlumuzla böyle bir yeri dolaşmak kimi zaman üzücü kimi zaman ise düşündürücü oluyor bizim için. Koğuşların boş durumları, duvarlar, zindanlar, hepsi size birşeyler anlatmak için sabırsızlanıyor. Dili olsa da konuşsa dedikleri bu olsa gerek. Oğlumuz için burası boş bir bina. O eğlencesinde işin. Ses çıkartıyor yankılanıyor ve bu onun hoşuna gidiyor. Kimbilir belki de yüzyıllardır böye gülme sesi bu koridorlarda hiç olmadı.. Sinop için olmazsa olmaz dediğimiz yerlerin başında burası geliyor. Gidin görün mutlaka.
Karnımız acıkıyor ve hazır Karadeniz’e gelmişken balık yiyelim diyoruz. Beyaz Ev Restorant’a gidiyoruz, özel bir lezzet yok ancak temiz bir yer. Yemek sonrası ülkemizin en kuzey noktasına doğru harekete geçiyoruz. Yıllarca okullarda öğrendik gün bugün işte! :) Merkezden havaalanı istikametine doğru giderken İnceburun Feneri tabelalarını takip etmeniz yeterli. Yol yaklaşık yarım saat sürüyor. Ormanların ve köylerin içerisinden geçerek ilerliyorsunuz. Yollar çok keyifli. Hatta önümüzden 2 defa tilki geçti. O kadar güzel bir doğanın içerisindeyiz hesap edin :) .. Oksijen için camlarımızı açıyoruz bunun etkisiyle oğlumuz yine uyuya kalıyor. Bu arada 21 dereceyi görüyoruz.
İnceburun feneri de tarihi bir fener. 1863 yılında yapılan fener’de bir de aile kalıyor yaz kış. Biz gittiğimizde de oradalardı. yaklaşık 45 dakika kadar İnceburun’da durup fotoğraf çektik, bakındık. Biraz sohpet edelim aileyle diye bekledik ama görevli bey elinden düşürmediği telefonuyla sonunda ‘-bunun telefonu bitmeyecek biz gidelim” dedik.. :) Etrafta manzara izleyebileceğiniz seyir terasları var. Ancak birşeyler yemek içmek istiyorsanız yanınızda götürmeniz gerekiyor zira alabileceğiniz hiç bir yer yok. Uzaktan giden bir balıkçı teknesi sonuna kadar bir arabesk müzik açmış.. Denizin üzerinde yumuşak dalgalar arasında süzüle süzüle gidiyordu. Etrafta bu müzik sesinden başka bir şey olmayınca bir an kendimizi bir Türk filminin setinde gibi hissettik, oldukça keyifliydi.. :) Sinop’u çok sevdik, aslında bu doğal duruşu çok hoşumuza gitti. Her yer yeşil ve çok güzel.. Oğlumuz hala uyuduğu için artık geri dönme vakti.
Dönüş rotamız üzerinde Hamsilos koyu var. Tarih boyunca bu sakinlik tekneler için güzel bir liman olmuş. Şaka gibi bir yer. Cennet böyle bir yer mi acaba? Ne kadar anlatsakta buradan onu başaracağımızı sanmıyoruz. Şöyle hayal edin: her yer alabildiğine yeşil ve tonları. Önünüzde masmavi bir deniz ve kıpırdamıyor. Etrafta tek bir gürültü yok.. ayrıca (sıkı durun) tertemiz?! Etrafta elle sayılır insan kalabalığı.. Muhteşem bir çocuk parkı oramnın içerisinde.. Türkiye değil mi acaba burası? :) henüz kirletmediğimiz ender yerlerden biri olsa gerek. Akşam üzeri olması güneşin ışık oyunları yapmasına olanak veriyor ve bize de bu manzaranın keyfini sürmek kalıyor. Etrafta mangal için tertibatlar var sanırım yazın burası dolup taşıyordur ama bu mevsimde çok keyifli. İleride bir tane büfe var çay almak için gittiğimizde kapalı olduğunu farkediyoruz. Aracımızla koyun bir ucundan diğer ucuna kadar gidiyoruz. Bir şey yemeden içmeden artık hava kararıyor ve otelimize doğru dönüyoruz. (Bu arada oğlumuz hala uyumakta :) )
Şehre girdiğimizde oğlumuz uyandı. Otele arabamızı park ettik ve yürüdük limanda, sahilde.. Dikkatimizi çeken ilk şey çocuk parklarının büyüklüğü ile bir kaç kattan oluşmasıydı. İstanbulda bir çok yerde görmek imkansız. Tabiki oğlumuzun çok hoşuna gitti, bütün gün uyumanın verdiği enerjiyle kendisini buralara attı. İniyor çıkıyor zıplıyor biz de gideceğimiz mantıcıya bakınıyorduk. Obur Mantı’yı bulamayınca bir apartmandan çıkan Sinoplu teyzeye mantı nerde yeriz diye sorduk. O da bize ”-bana teşekkür edeceksiniz” diyerek bir adres tarifi yaptı. (Mantı Keyfi – Melahat’ın Mutfağı) Gittik kaç tabak yedik hatırlamıyoruz ama o teyze bu satırları bir gün okursa çok ama çok teşekkür ederiz. :) Mantıdaki kıymalar artık hamuru germiş o derece bol malzemeli, cevizli olanı ayrı yakışmış, hele o sarımsaklı yoğurdun lezzeti inanılmaz. Kesinlikle normal mantılardan farklı lezzeti ile kalbimizde taht kuruyor. Sahibi karı koca emekli bir çift.. sohbet edip böyle güzel bir yemek için kendisine teşekkür ediyoruz.. Yemek sonrası kendimizi sahilde yine parkta oğlumuzu beklerken buluyoruz, ardından çay bahçesinde durup dinleniyoruz ve ardından otele uyumaya gidiyoruz..
Ertesi sabah yarımadanın ucuna doğru ilerleyip manzara tepesine çıkıyoruz. Şehre tepeden bakabileceğiniz güzel bir nokta ama sadece bakıp dönüyorsunuz. Bu günün en güzel rotası ise Ayancık ilçesindeki Akgöl. Burası bizi heyecanlandırıyor, neredeyse konuştuğumuz herkes buradan bahsetti. Kitaplar bile gidin diyor. :) Sinop çıkışında Kumkapı‘ya uğrayıp oradan Akgöl’e geçmek üzere hazırlıklarımızı yapıyoruz. Kumkapı eski tarihi surların denizle birleştiği ve oldukça güzel ince kumların olduğu bir yer. Burada ayakkabılarımızı çıkarıp yaklaşık yarım saat kumla suyla oynuyoruz. Görülesi bir yer. Tarihi surların zamana nasıl yenik düştüğünün bir göstergesi bir kısmı sulara doğru yıkılmış, bir kısmı iyice çatlayıp ayrılmış. Umarız buraları da kurtarırlar ve sağlıklı bir görünüme kavuşur surlar.
Ayancık ilçesi uzaklığı 60 km. Ancak yolun virajlı olması biraz yorucu. Aceleniz yoksa keyif alabilirsiniz. Sağlı sollu manzaralar enfes. Ancak Akgöl’e giden asıl yol Ayancık ilçesinden sonra başlıyor. yaklaşık 35 km daha dağ köylerinin arasından virajlardan ilerliyorsunuz ve bütün bu yol 2.5 saati rahatça buluyor. Köy yollarından ilerlerken etrafta bir tane dahi tabela olmadığından sürekli gördüğümüz köylülere yol sorduk. Herkes sadece ”-devam edin” dedi.. Sadece içlerinden biri ”-bugün çok kalabalık olur orası” dedi. Aklımız almadı tabiki, dağın başı. Uçsuz bucaksız bir doğa ne kadar kalabalık olabilirdi ki. Hele şehirdeki alışveriş merkezlerinden sonra :) Biraz sıkıldık git git bitmedi.. Oğlumuz da mızırdanmaya başladı.. Bir süre sonra etrafta sadece dev kamyonlar, vinçler, grayderler, orman işçileri görmeye başladık. Zaten onlar da bize burada ne işiniz var der gibi bakıyorlardı. Kimi zaman yol bozuk kimi zaman toprak oldu ama gördük ki bu çalışmalar da güzel yolların habercisi. Neyse lafı uzatmayalım gel zaman git zaman bir tane tabela gördük ”Akgöl” diye zaten bu tabeladan sapınca bu sefer ormanın derinliklerine doğru iniyorsunuz ve geliyorsunuz. Baktık 3-5 Orman Bakanlığı jipi mangal ateşi yanıyor..Ohh dedik ne güzel tam yeri ve zamanı. Köylümüzün bahsettiği buydu heralde dedik. 10-15 kişi vardı..
Akgöl Ankara’daki Mogan gölü gibi küçük. Ama etrafındaki yeşillik dolayısıyla güzel bir övgüyü hak ediyor. Yaz aylarında göl üzerinde deniz bisikleti ile vakit geçirmek mümkün iken şu anda bunları işletecek kimse yok ortalarda hepsi ( zaten 2 tane var) karada duruyor.. Gölün ortasına gidebilen olursa bir seyir terası yapmışlar. Biz biraz göl etrafında yürüyüş yapıyoruz, küçük kurbağalar oğlumuzun ilgisini çekiyor, suya taş atıyoruz. Başka da yapacak bir şey yok zaten. :) Gölde bir tek biz ve orman çalışanları var. Yanımızdaki yiyecekleri bitirip dönüş için hazırlanıyoruz tam geldiğimiz yolu çıkacakken bir iki arabanın geldiğini görüp duruyoruz. Orman bakanlığı’nın jipleri geliyor.. Bir iki derken 3-5, 10- 20, 30…kontağı kapatıp bekliyoruz. Dağın başında trafik dedikleri bu olsa gerek. Sonra köylü dede aklımıza geliyor çizgi filmlerdeki gibi bir bulut yanımızda içerisinde de dede ”- ben sizi uyarmıştım evlat”…. Bir anda yüzlerce insan doluyor burası.. Zaten hepsi bize bakıyor..biz de onlara..
Dönüş rotasında yol çalışmaları yüzünden kamyonlar ve vinçler arasında kalıyoruz. Yol kapalı olduğundan bir yarım saatte burada bekliyoruz. Neyseki kepçe oğlumuzun ilgisini çekiyor ve beklediğimiz süre zarfında onu sıkmadan oyalama şansımız oluyor. Yol bizi çok yoruyor ve Erfelek Şelaleleri durağımızı iptal ediyoruz. Bir gün içerisinde bu kadar viraj yeter.. Git gel 5 saat viraj.. :)
Akşam üzeri limanda yürüyoruz yine. Balıkçı tekneleri geliyor sürekli limana biz de fotoğraf çekmek için gidip bakıyoruz. Bakarken bir anda tekne sahibi elinde bir kasa balıkla geliyor ve bu sizin ve oğlunuzun rızkı diyor. Biz şaşırıp bakakalırken balıkları alacak yerimizin olmadığını burada oturmadığımızı arabada bozulacağını anlatıyoruz.. gülüşüyoruz kaptanla.. bu arada yanımızda duran başka bir adam ben alırım o balıkları diyor alıyor ve gidiyor.. Bir kasa balık.. Meğer burada balıkçılar göz hakı olarak bakan kişilere balık verirlermiş.. Bu adetin hala yaşaması çok güzel. Hele hele o balıkların soframıza kadar nasıl gelebildiğini görebilmek daha da güzel. Ancak şunu söyleyebiliriz ki Karadeniz insanı gerçek anlamda taze balık yiyor :) Teknelerin yanaştıktan sonra balıklarını indirmesi, tırlara yüklenmesi, ne kadar heyecan verici bir süreç. Çalışanların canla başla çalışmaları seferden dönmelerine ve yorgun olmaları gözlerinden okunmalarına rağmen çok etkileyici.
Sabah uyandığımızda odada bir kırmızılık var gözümüzü bir açıyoruz ki penceremizde dev bir Türk bayrağı dalgalanıyor. Kafamızı pencereden dışarı çıkartıyoruz bütün dükkanlar Türk bayrakları ile donatılmış. Haberleri izlerken Sinop’lu bir askerimizin teröristler ile girdiği çatışmada şehit düştüğünü öğreniyoruz. Herkesin yüzü asık, üzgün. Bir şehir şehidine ne kadar güzel sahip çıkıyor. Bayrak asmayan tek bir kurum, dükkan yok. Gençler yürüyüş düzenliyor, protesto ediyorlar. Belediye hoparlöründen taziye ve dua için sürekli anonslar yapılıyor. Tüyleriniz diken diken oluyor.. Allah’tan şehidimize rahmet diliyoruz. Büyük şehirlerin (Ankara, İstanbul v.b..) hiç birinde böyle bir duruş yok, hissetmiyorsunuz.. Televizyon ana haber bültenlerinde bir kaç dakikalık haber olarak görüyorsunuz. Tebrikler Sinop..
1 gece diye girdiğimiz Sinop’tan 3 gece konaklayarak ayrılıyoruz. Sinop’u sevdik. İnsanını sevdik. Doğasını sevdik. Model gemi satan dükkanlarını mı, yoksa limandaki çayını mı, doğal güzelliklerini mi istersiniz. Ne isterseniz isteyin buraya bir kez gelin ve tanıyın. Biz artık yolumuza devam ediyoruz. Bekle bizi Amasya.. Ama giderken farkediyoruz ki hiç trafik lambası yok Sinop merkezde?.. :) İlginç bir detay da yıllardır kaza olmaması..