Haz 27 2013

Yunanistan -2: Selanik, Preveze, Parga, Thassos Adası

Yunanistan gezisinin 1. kısmını kaçıranlar buradan okuyabilirler.

Saat 14.00 gibi yola koyuluyoruz artık Selanik için hereket zamanı. Otobana çıkıyoruz yine navigasyonumuzla. Yollar aslında bizim duble yollar ile aynı. Selanik’e kadar olan kısımlar ve sonrası uzunca bir süre virajlı çok hız yapamıyorsunuz. 30-40 km’de bir otoban ortasında gişe olduğundan para ödeye ödeye gidiyorsunuz. Önemli bir notumuz var burada; otoban üzerinde kesinlikle benzin istasyonu yok. Akşamları benzinlikler kapalı. Tatil günlerinde kapalı..v.s.v.s.. Benzin almak için otobandan çıkmak ve tekrar girmek zorundasınız. Bu yüzden benzimizi çeyrek depo kaldığında ya da benzinci gördüğümüz anda hep doldurduk..

Selanik varış saatimiz 16.30.. Otelimiz Tourist Hotel. Eski bir yapı. Yüksek tavanlı eski İstanbul binaları gibi. Ancak şehrin tam merkezinde ve her yere yürüme mesafesinde. Girişteki görevli ile konuşup bisikletleri otelin deposuna alıyoruz. Arabalarımızı da iki sokak yandaki kapalı otoparka. Otopark otelin değil sadece anlaşmalı. Günlük 20 Euro. Genel olarak kahvaltısı vasat, odaları temiz, sahibi sıcak kanlı bir otel. Sadece eşyalar biraz fazla gıcırdıyor yaşı gereği..  Biz sadece 1 gece konaklayacağımızdan detaylara takılmıyoruz.

Selanik, 500 yıl boyunca bizim egemenliğimiz altında kaldı. Osmanlı devleti döneminde Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin bir arada yaşadığı önemli bir kültür merkezi konumunda bulundu. Ancak ne yazıktır ki şehir Balkan savaşları sırasında Tahsin Paşa komutasında şaşırtıcı biçimde hiç bir direniş gösterilmeden düşmana teslim edildi. Bundan sonra da bütün eserler ve tarih üzücü biçimde tahrip edildi, yok edildi. Şimdi ise 2000’lerden sonra yavaş yavaş insanlar korkmadan din ve dillerini yaşamaya yeniden başlıyorlar.

Eşyalarımızı bırakıp hemen dışarı çıkıyoruz. Bu sefer şehri tanımak için bisikletlerimizi de alıyoruz. İlk dikkatimizi çeken şey küçük bir İstanbul ya da İzmir gibi hareketli olması ve bayanların oldukça fazla sayıda motorsiklet kullanması. Dükkanlar, binalar, evler, insanlar şık.. Selanik Yunanistan’ın ikinci büyük şehri. Bütün kafeler restorantlar tıklım tıklım. Herkes keyifli.. Bizde şehrin düz ayak olmasından faydalanıp 1 saatlik şehir turumuzu yapıyoruz bisikletler ile.

Bu turda bize en şaşırtıcı gelen binaların altındaki benzin istasyonlarıydı. Burda demek ki birşey demiyorlar? :) Radyo binası, parklar derken ulu önderimiz Atatürk’ün evine kadar gittik. Malesef restorasyonda olan evi sadece dışarıdan görebildik. Ancak bir iki gün içerisinde evin açılacağını da öğrendik. Siz bu satırları okurken ev açık olur mutlaka..

Gündüzü hareketli olan şehrin geceleri daha da bir hareketli. Sokaklar cıvıl cıvıl, ışıl ışıl. Aristotelous Meydanı çok keyifli. Geniş bir meydan etrafında hep kafeler ve restorantlar var. Akşam yemeği için gittiğimiz ‘’Frutti Di Mare’’ gerek ilgisi, gerekse mekan ve lezzetleriyle bizden tam puan aldı. Burayı kesinlikle size öneririz.

Bisikletti, geziydi derken iyice yorulmuşuz. Hemen otelimizde dinleniyoruz ve sabah gezisi için enerji depoluyoruz. Sabah ilk iş bisikletler ile ‘Beyaz Kule’ ardından ise Aya Sofya Kilisesi’ni ziyaret ediyoruz. Aslında kilise dedik ama eskiden camii, sonrasında minaresini yıkıyorlar, kiliseye çeviriyorlar. Ardından ise Peleohiristiyan Bizans Anıtlarına gidiyoruz, zaten yol üzerinde. Ama dedik ya hiç bir açıklama yok. Kedinin ciğere baktığı gibi bakıp duruyorsunuz. Bilgi olsa bile kendi dillerinde yazıyorlar, yani yine anlamıyorsunuz. Şaka gibi. Bu konuda ülkemiz çok daha medeni. Zaten Avrupa Birliği’de Yunanlılara kızıyor bu noktada.. :) Öğlen yemeğimizi yine Frutti Di Mare’de yiyiyor ve hazır çocuklar uyku moduna girecekken bavullarımızı alıp otelden çıkış yapıyoruz. Otoparktan araçlarımızı alıyoruz, otobana çıkıyoruz. Rotamız bir tarihin değiştiği yer ‘’Preveze’’.

PREVEZE

Yaklaşık 4 saat sürüyor ulaşmamız. Otoban bitince gittiğimiz yollar hep gidiş geliş olan dar yollar. Tır ya da kamyonlara denk gelirseniz kuyruk oluyor tek tek geçiyorsunuz. Bizim yıllar önceki halimiz gibi. Ama yollar hep yeşillikler içerisinden gidiyor ve bizim de hiç acelemiz yok. :) Çok hayaller kurduk burada. Preveze deniz savaşı müzesi var mıdır acaba, yoksa eserleri nasıl görürüz, belki savaşları anlatan bir yer?…aman da aman..çok büyütmüşüz. Şehre girdiğimiz andan itibaren ne bir müze ne bir bilgi..! Adriyatik kıyısındaki bu güzel şehir küçük bir turistik kasabadan öteye geçememiş. Kim bilir belki de biz çok büyüttük gözümüzde.


Otelimiz Preveza City Otel. Girişteki bayan soğuk ve mesafeli. Ama odalar ve otel gayet temiz. Eşyalarımızı bırakıp yürüyüşe çıkıyoruz. Şehirde akşam üzeri olmasına rağmen in cin top oynuyor. Dükkanlar kapalı. En sonunda dayanamayıp birine soruyoruz, turist sezonu mu açılmadı diye. Aldığımız cevap aynen şu: ‘’- Buralarda 14.00 ile 17.00- 18.00 arasında insanlar dinlenir. Dükkanlar da bu sebeple kapalı.. Bir nevi siesta! :) Akşam olunca hareketlenir merak etmeyin.’’

Şehrin sahil şeridi neredeyse tamamen café- bar – restorant. Mekanlar güzel. Bütün gençler orada takılıyor. Ara sokaklar ise hep küçük balık lokantaları ile dolu. Genel olarak lezzetler güzel. Ağırlıklı balık ve ürünlerini yemenizi tavsiye ediyoruz. Şehir girişinde bulunan Nicopolis Antik kenti, şehir içerisinde Preveze Saat kulesi (1752) görülmeye değer. Şehirde iç kale (17yy.) duvarlarında dikkatli bakarsanız görebileceğiniz kalenin yapım tarihi Osmanlıca olarak bulunmakta. Bunu da fotoğraflayıp gezimizi sonlandırıyoruz..

Biz Preveze’de iki gece konaklayacağız, ikinci gün günübirlik Parga planımız var. Ama şimdiki aklımız olsa iki gece Parga’da konaklarız, buraya günübirlik geliriz. Yani tanımak için 1 gün yeterli buraya.

PARGA

Sabah parga için yola koyuluyoruz kahvaltı sonrası. Yaklaşık 60 km sahil şeridinden ve gidiş geliş bir yoldan gidiyorsunuz. Yol sıkıcı değil aksine manzaralar çok güzel. Parga son zamanlarda televizyon dizilerinde sürekli adı geçmesi nedeniyle popülerliği artan bir yer. Meşhur ‘’Pargalı’’nın memleketi. :) Preveze’den de küçük, kasaba havasında olan şehrin, renkli ve güzel mimarisi ile ilk anda insanları büyüleyen bir havası var.


Şehir merkezinde önce Parga kalesini görmek istiyoruz. Araba ile arka sokaklardan tarif alarak tepeye kadar çıkıyoruz. Park edip yürüyerek kaleye kolayca ulaşıyoruz. Tarif yapan esnaf arabanızı sokmayın oraya hem dar sokaklar hemde bir araba karşınıza gelirse çok sıkıntı çekersiniz diyerek bizi uyarmıştı. Hakikaten kaleye giden yol çok dar. Dikkat etmek gerekir.


Parga kalesi her kale gibi şehre hakim bir tepeye konumlanmış. Manzara nefis. Tabiki bilgi veren bir tabela yok. Hatta tarihi tabyalarımız, toplarımız yerlerde duruyor otların içerisinde.. İç kısımlara yürüdükçe bir yandan manzaraya bayılıyor diğer yandan kalenin harap durumuna üzülüyorsunuz. Kale içerisindeki ana bina ise şu anda café olarak hizmet veriyor. Bu arada kalede dikkatimizi çeken bir kapı var. Giriş kapısı. Bunca eser gezdik yıllardır, ilk defa böyle bir kapı gördük. Filmlerdeki gibi ince keskin demirler önemli bir durum karşısında yabancıları kapıdan uzak tutmaya yarıyor. Enteresan ve ilginç bir ayrıntı.


Kaleden aşağıya merkeze yine araçla inmeye karar veriyoruz, yokuşlar dik tekrar arabaları almaya yukarı çıkacak halimiz kalmaz diye düşündük çocuklarla.. :) Boş bir alan bulup park ediyoruz. Eski ara sokaklarda yürüyoruz. Evler taş ev ve çok güzel. Renk renk. Sol yeşil sağ turuncu.. Enfes. Etrafta Türkiye’den gelenlerin sesleri geliyor. Kameramanlar var şehri çekiyor röportaj yapıyor. Ne de olsa turistik bir merkezdeyiz. Burası sadece bizler için değil Avrupa’nın bir çok ülkesi için turistik bir yer.

Ardından sokaklarda yürüyoruz. Eski evlerin arasında. Her biri itina ile renk renk boyanmış. Her köşe başında hediyelik eşya satan dükkanlar mevcut. Hepsi sizing Türk olduğunuzu anladıkları anda başlıyorlar Türkçe konuşmaya.. :)

Yemek ve dondurma molası veriyoruz. Parga kebabının tadına bakıyoruz. Bizim sebzeli kebap gibi. Ancak lezzetler enfes. Sohbet ettiğimiz bir esnaf yukarıda Ali Paşa Kalesi’ni de görmemiz gerektiğini söylüyor. Hiç bir yerde bilgisine rastlamadığımız bu kaleyi görmek için tarif alıyoruz.



Köyün yukarı sırtlarına doğru tırmanıyoruz. Kaleyi gördüğümüz andan itibaren de tahmini olarak ona yaklaşıyoruz. Doğru tahmin! Yaklaşık Parga merkezden 15 dakika sonra kaledeyiz. Bizden başka kimseler yok. Yollarını bile ot kaplamış. Bir bilgi tabelası beklemek yersiz. Oldukça geniş ve 3 katlı bir kale. Mimarisi büyük ölçüde hala korunuyor. Ama kale topları her zamanki gibi görmeye alıştığımız biçimde yerlerde, otların arasında..harap bitap.. Kalenin bizimle konuşacak hali kalmamış gibi duruyor. Ama bulunduğu konum muhteşem. Parga’yı daha da yukarılardan görebilmek süper. Tünelleri, koridorları depoları olduğu gibi duran bu kaleyi görmeden dönmeyin. Bizim araba ile zor geldiğimiz noktaya bakıyoruz iki Alman turist yürüyerek geliyor dönüş yolunda. Tebrik ediyoruz selamlaşıyor ve devam ediyoruz. :) Plajlarını dolaşıyoruz Parga’nın. Biraz dinlenip akşam üzeri Preveze’ye dönüyoruz.

THASSOS ADASI (TAŞOZ)

Sabaha karşı 04.00 gibi Preveze’den ayrılıyoruz. Artık Türkiye’ye yaklaşma ve kalan son hedefimizi görme vakti. Thassos (Taşoz) Adası’na doğru yola koyuluyoruz.

Bütün geldiğimiz yolları tek tek dönüyoruz. Kavala sonrasında otobandan Keramoti istikametine dönüyoruz. Küçük bir kasaba. Burasının özelliği Thassos adasına geçilecek en yakın kara olması. Zaten yaklaştıkça yabancı plakalı arabalarda fazlalaşıyor. Kuyrukları v.s. saymazsanız Keramoti-Thassos feribot ile yaklaşık 50 dakika sürüyor.

Keramoti’ye vardığımızda feribot kuyuruğunu görünce biraz canı sıkılıyor insanın ama bütün arabaları alacak büyüklükte bir feribot yanaşıyor merak etmeyin. Araç modelini söylüyorsunuz ona gore para alıyorlar sizden. Yani Volkswagen demek yeterli değil illa Tiguan diyeceksiniz. Gişede duran yaşlı teyze için ‘’-Araba modellerini bilemez!’’ diye düşünmeyin. Fırçayı yersiniz. :)


Bir ikinci enteresan nokta da arabalı feribotta araçları kapı açılamayacak kadar dip dipe park ettiriyorlar. Biraz da orada tartıştık. ‘’-Yahu arabadan inemiyoruz‘’diyoruz ‘’-olsun’’ diyor adam! Herkez birbirinin arabasına çarparak iniyor. Feribot boş bile olsa böyle bi tuhaf!..

Thassos limanına indiriyor feribot. Oradan insanlar gidecekleri yere dağılıyorlar. Bizim otelimiz hemen limanda bulunan Akti Otel. Kapısının önüne kadar rahatça geliyoruz. 4 araçlık park yeri var ama her zaman park yeri bulmanız mümkün. Çünkü adada araç sıkıntısı yok. Her yere koyabilirsiniz. Park ettiğimiz anda sıcak kanlı tavırlarıyla otel sahibi geliyor. Genç bir karı koca işletiyor oteli. Bavullarımızı alıyor, odalara erkenden çıkartıyor. Sürekli bir ihtiyacımızın olup olmadığını soruyor.

Biz ada ile ilgili sorularımızı soruyoruz, bir sandalye çekip bize herşeyi anlatıyor, sıkılmadan.. Gitmemiz görmemiz gereken yerleri işaretliyor getirdiği harita üzerine. Otel odaları konforlu, ihtiyacınız olabilecek herşey mevcut. Ama kesinlikle lüks bir konfor değil. İyi bir pansiyon gibi hayal edin. Zaten fiyatı da ona göre 35 Euro oda fiyatı. Her yere yürüme mesafesinde. Hemen altında kahvaltılarda börek yiyebileceğiniz pastane mevcut. Pastane sahibi de bizi çok sevdi. Biz Türkçe öğrettik, o Yunanca öğretti bize her turist gibi.. :)

Ada çevresi yaklaşık 90 km. Tur atalım dediğinizde bir iki saat sürüyor durmadan. Sürekli viraj.. Ada beyaz mermerleriyle ünlü. Adayı tanımak için dolaşmaya karar veriyoruz. Yol üzerinde gördüğümüz güzel yerleri de bu gezi esnasında ziyaret ediyoruz. Panagia yoluna doğru ilerlerken sola doğru kıvrılan orman içi yoldan muhteşem güzellikte olan Saliara Plajına iniyoruz. Buraya mutlaka gidin. Yolun bir kısmı asfalt olsa da orman içerisinde hoplaya zıplaya yavaş yavaş ilerliyorsunuz. Yaklaşık 15 dakika süren zorlu yolculuk sonrası cennete gelmiş kadar oluyorsunuz. Enfes bir koy, muhteşem bir renkte deniz, sıfır yapılaşma. Tuvalet bile yok!.. Buraya bir çok araba geliyor, denize giriyor ve çıkıp gidiyor. Ama sezon açıldığında plajı işleten birileri mutlaka oluyormuş. Böylece sezlong, duş, wc gibi ihtiyaçları karşılamanız yüksek sezonda daha olası. :)


Yola devam, Panagia ve Potamia köylerinin içerisinden geçiyoruz, evler ve manzaralar oldukça güzel. Kıvrıla kıvrıla Archagelos Manastırı’na kadar geliyoruz. Bu manastırı dolaşıyoruz. Çıkarken kendi aramızdaki sohpetimizden girişteki görevli yaşlı amca bize takılıyor, ‘’- O zaman Turkçi konisalim!, nireden geliyorsiniz..’’ Gözleri ışıl ışıl oluyor İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince. Benim memleketim de Bursa diyor. ‘’-Bursa’nin köyündenim. Ama yillar unce buraya gelmisiz’’ diye ekliyor. ‘’-Mübadele zamanı mı?’’ sorumuza ‘’-Boşver uzin hikaye diyor. Hep bize Türkiye’yi soruyor. Semtleri, şehirleri.. Özlem içerisinde. Çok sevdiğini de ekliyor, hala arkadaşlarım var oralarda diyor. Sıkıca tuttuğu elimizi bırakmıyor. 10 dakika ayak üstü sohpet ediyoruz. Artık veda zamanı. O da bize görmemiz gereken yerleri anlatıyor. Türklerin olduğu yerleri söylüyor, İskeçe’ye mutlaka gidin diye de ekliyor. Dedemize sarılır gibi sarılıp vedalaşıyoruz. Duygusal bir an. Yunanistan gezimiz boyunca her yerde özellikle yaşlılar Türkçeye hakimler. İnsanlar sıcak kanlı. Eserlerimizin çokluğu ile de sanki kendi ülkemizin bir parçasında geziyormuşuz gibi rahatız. Ülkemizi ve olayları anlamamızın en iyi yolu etrafımızdaki ülkeleri anlamakmış meğer. Tarihimizi en net görebilmenin güzel bir şekli. Yıllarca düşman gördük. Ama burada durum çok farklı. Az kaldı birazdan sevgi böceği olacağız galiba! :)

Oğlumuz sıkıldı artık sohpetten, aracımıza atlayıp yolumuza devam ediyoruz ve yaklaşık 20 dakika sonra Theologos Köyü’ne varıyoruz. 1455 ve 1813 tarihleri arasında Osmanlı hakimiyetinde iken ada büyük bir pazar yeri ve adaların yönetim yeri olmuş. Rumlar, Türkler beraber yaşamışlar. Mübadele zamanında Anadolu Rumları yerleşmiş adaya. Herkesin Türkçe bilmesinin en önemli nedenlerinden biridir bu. Köy hareketli ve cıvıl cıvıl. Herkes gülümsüyor. Hayat buralarda daha da keyifli olsa gerek. Çocuklar koşturuyor, esnaf iş yapıyor. Bizim köylerimizin durumundan çok farklı. Türkiye’de köylerde artık oynayan çocuk bulmak, genç nüfus bulmak çok zor. Bir de şu dikkatimizi çekti; köy içerisinde ayakkabıcı bile var küçücük bir dükkan ama köylü o adamdan gelip alışveriş yapıyor.. benzincisinden, yemek yiyebileceğiniz lokantasına kadar ihtiyacınız olan her şeyi köyden alabilmeniz mümkün. Belki de insanları köylerinde tutabilmenin en güzel yolu bu? Bizim köylerde ise tek bulabildiğimiz esnaf bakkal…

Bu Theologos Köyü insana huzur veriyor. Eski evlerin mimarisi bizim eski evler gibi olduğundan hiç yabancılık çekmiyorsunuz. Hatta bir çok evin çatı kaplaması dikkatimizi çekti, kiremit yerine Kayrak Taşı ile kaplanmış çatılar oldukça güzel gözüküyor. Sokaklarda dolaşıyoruz. Müze tabelası görüyoruz ancak biz oradayken müze kapalıydı. Hava kararmak üzere yavaş yavaş tekrar yola koyuluyoruz, gün batımında turumuzu bitirmekte ayrı bir güzellik kattı. Otelimize park edip akşam limanı yani merkezi geziyoruz. Arka sokaklarda hediyelik eşya satan dükkanlar, cafeler, restorantlar ne ararsanız var.. Limanın sonuna doğru kısa bir yürüyüş ile gidip balık keyfinizi denize nazır yapabilirsiniz. Burada otelimizin önerdiği Simi Restaurant’ta nefis balıklar yiyebilirsiniz.  Fiyatlar Türkiye’den daha ucuz. Hele kalamar bir harikaydı. 5 kişi, 4 farklı balık 2 farklı meze (4 kişilik), salata, içecekler (alkolsüz) hepsi 54 euro tuttu. Yine aynı tarafta denize girebileceğiniz küçük plajlar var. Ücretsiz, bir şeyler yiyip içmeniz yeterli.

Ertesi gün her saat vapurun olduğunu öğrenip 11.00 vapuruyla anakaraya geçiyoruz. Dönüş yolunda İskeçe ve Dedeağaç’a da uğruyoruz ama kabaca aracımızla dolanıyoruz. Türkiye’ye giriş yapıp eve ulaşmak için biraz fazla oyalandık yollarda..

Özetle bu gezi gibi bir rotayı mutlaka gerçekleştirin. İnanın çok keyif alacaksınız. Balıkların tazeliğine mi, fiyatlara mı, insanların sıcaklığına mı, yeşilliklerin bolluğuna mı dersiniz, ne ararsanız var.


Haz 26 2013

Yunanistan -1: Gümülcine, Kavala

Yaz geliyor içimiz fıkır fıkır yine. Yunanistan yakınlığı sebebiyle sürekli aklımızın bir köşesindeydi. Nasıl bir tur olması gerektiğini planlarken hep istediğimiz otomobil ile Avrupa turunu da hesaba kattık ve aslında Yunanistan’a arabayla gitmenin bir ön hazırlık olabileceğini düşündük ve hemen hazırlıklara başladık. En güzeli de bu gezide ailece bisikletlerimizi de yanımıza alıyoruz!

Tabiki kafamızda kurdukça büyüttük, kaza olursa ne olur, gümrükte nasıl olacak, eşyalar, uluslararası ehliyet, triptik, hırsızlık.. İstanbul gibi büyük bir şehirde trafikte ne kadar riskimiz varsa orada da en fazla o kadar olur dedik ve işlemlere başladık.

İlk işlem vize başvurusu oldu. Arkadaşımızın şirketinde vize işlemlerine bakan biri ile anlaştık ve istediği evrakları kendisine teslim ettik. Vizeler dahil tüm işlemler için yetişkinlere 280 TL, çocuklara ise 120 TL ödedik. Bir sonraki hafta bize 2 ay, arkadaşlarımıza ise 6 aylık Schengen vizesinin çıktığını öğrendik. Süreler tamamen konsolosluğun kafasına göre verdiği zamanlama.

Yola çıkmadan 3-4 gün önce ise arabayı sürecek kişi için uluslararası ehliyet – 346 TL ve araç için uluslararası trafik sigortası – 63 Euro (yeşil belge). Bunların hepsini Turing kurumundan 10-15 dk. içerisinde alabiliyor ve burada kredi kartı ile ödeyebiliyorsunuz. Aslında bunları nakit parayla sınırda da yapabiliyorsunuz ancak biz işimizi sonraya bırakmak istemedik.

Bu işlemlerden sonra Yurtdışı çıkış harcımızı yatırmayı unutup tatile gideceğimiz ertesi günü beklemeye başladık. Rotamız; Gümülcine, Kavala, Selanik (1 gece konaklama), Preveze (2 gece konaklama), Parga ve Thassos (1 gece konaklama)adası’ndan ibaret. Şimdi gelelim gezi notlarımıza..

1 Mayıs sabahı henüz hava karanlıkken yola koyulduk. İpsala sınır kapısına varmamız 3-3,5 saat sürüyor. Yollar henüz tatil mevsimi olmamasından dolayı son derece tenha ve güzel. Sınıra varmak üzereyken depomuzu Türkiye tarafında son kez doldurup gümrük kapısına doğru ilerliyoruz. Artık hava aydınlanıyor. Kamyonlar ve bizden başka kimseler yok ortada..

İlk gişeye geldiğimizde görevli memur evraklarımızı soruyor ve bakma gereği bile duymadan giriş kapısını açıyor. Biz ‘’-arabanın tepesindeki bisikletleri kaydettirmemiz gerekir mi?’’ sorusunun cevabını bile ‘’-geç geç’’ olarak alıyoruz :). İleride ikinci gişe gözüküyor. Gidiyoruz camlardan içerisi gözükmüyor. Ancak camı açan biri de yok. Biz ne yapalım diye düşünürken korna sesimize gişede uyuyan memur camı açarak cevap veriyor. Uyandırdık sanırım :).. Meğer uyuya kalmış içerisi de gözükmeyince.. gelenin vay haline.. Evraklarımızı kontrol etti herşeyiniz tam ancak yurtdışı çıkış harcınız yok dedi. Bir anda iç ses ‘’-arrgghhh’’ dedi. :) Hemen arkadaki binada ödeyebileceğimizi ve tekrar gelmemizi söyledi.

Gittik ödemek için bir yazı, çalışma saatleri 8:30….. bir anda kendi kendimize kızdık. Daha bir kaç saat var! Camlar aynalı olduğundan içerisi de gözükmüyor. Biz söylenirken bir anda cam açıldı ve görevli memur evraklarımızı alıp yurtdışı çıkış pullarımızı verdi. Sevine sevine gidip pasaport kontrolüne tekrar verdik, damgalandı ve geçtik. Son olarak geldiğimiz kapıda araç kaydımızı yapan sivil görevlimiz iyi yolculuklar diledi ve sınır kapısını kaldırdı. Artık hüzünlü bir veda vakti gelmişti. Askerlerimize el salladık, Meriç nehrinin üzerinden yavaş yavaş ilerledik. Zaten tepemizdeki bisikletler ile bozuk yerlerde hızlı da gidemiyoruz. Hemen ileride yunan askerleri kenarda. Bu kez onlara selam verdik. Onlarda bize. Gümrüklerine geldiğimizde pasaport polisi bizi Türkçe karşıladı. Ehliyet, ruhsat ve evraklar dedi. :) Biz de uzattık. Damgaladı ve sınırdan geçtik. Bu kadar uzun anlatmamıza ragmen aslında tüm heyecan dolu bu serüven 10 dakika sürdü. Geçiş son derece basit ve hızlı aklınızda olsun.

Otobana çıkınca keyfimiz yerinde radyomuzda yunan müzikleri eşliğinde meraklı gözlerle baka baka gidiyoruz. Yer yer köylerde gördüğümüz camii minareleri buraların ya Türk köyü olduğunu ya da Müslüman bir bölgeden geçtiğimizi hatırlatıyor. Hız sınırı 130 ancak tepemizde bisikletler ile biz bu limitin zaten altındayız..

GÜMÜLCİNE

Yaklaşık yarım saat sonra Gümülcine’ye varıyoruz. Önceden gideceğimiz yerlerin hem Türkçelerini hem de Yunanca karşılıklarını not aldığımız için birilerine soru sorarken ya da navigasyonumuza adres girerken zorluk çekmiyoruz. Şehir merkezine vardığımızda henüz daha sabahın koru olduğundan bir çok yer ya kapalı ya da yeni açılıyor. Kısa bir şehir turu atıyoruz önce arabalarla, hem etrafı hızlı kolaçan etmek hem de müsait bir park yeri bulabilmek için en hızlı yol bu.. Türk nüfusun çokluğunu kapılardaki isimler ve işyerlerindeki tabelalardan rahatça anlıyorsunuz. Bir işyerine girip Türkçe adres soruyoruz ve hemen yardımcı oluyorlar. Arabamızı park etmek için gittiğimizde bizim konuştuklarımızı duyan esnaf hemen yardımcı oluyor oraya değil şuraya koyun ceza yemeyin gibi.. :)

Çocuklarla yürüyerek kısa bir tur atıyoruz merkezde. Nerede kahvaltı ederiz derken ‘Sultan Pastanesi’ gözümüze çarpıyor ve orada bulabildiğimiz standart poğaça-çay eşliğinde karnımızı doyuruyoruz. Hemen herkes bozukta olsa Türkçe biliyor ve o kadar nezaketli davranıyor ki insani duygularımız tavan yapıyor. Pastane sahibi batı trakyalı Türk bayan gezilecek yerin sadece bulunduğumuz yer ve arka sokakları diye ekliyor. Arka sokaklara girdiğimizde Osmanlı eserleri bizi karşılıyor. Yeni Camii (1585) ve Tarihi Saat Kulesi’ni (1885) inceliyoruz. Saat kulesi II.Abdülhamit fermanı ile yaptırılmış. Bir kaç kare resim çekip devam ediyoruz. Eski evleri görüyoruz ara sokaklarda biraz dikkatli baktığınızda Osmanlı mimarisi detaylarını yakalamanız mümkün.

Gümülcine küçük bir kent, bir saat kadar kalıp etrafa bakınıyoruz, ardından yola devam. Sırada Kavala var..

KAVALA

Gümülcine’den yaklaşık yarım saat  – 45 dk. sonra Kavala’ya varıyoruz. Turistik bir şehir. Şehre girerken karşımıza bir tabela çıkıyor, Türk kesimi kanlar içerisinde bir Kıbrıs haritası ve altında ‘’UNUTMAYACAĞIZ!’’ yazısı.. biraz sinir bozucu ve bizlerin bir anda milliyetçi damarına basan bir tabela. Yüzyıllar boyu Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki önemli merkezlerinden biri olan şehirde, yine yüzyıllar boyu insanlar bir arada kaldılar. Kardeşçe. Ama Avrupadaki devlet politikaları uzun yıllar maalesef Osmanlı izlerini silme pahasına bu kan duygusundan beslendiler.

Bu yukarıdaki satırları hep okur dinlerdik, buraya geldikten sonra hakikaten gördük ki hiç bir eserimizde bilgi yok, ismi yok, tarif yok, tarih yok.. kimi yerlerde  eserleri öylece bırakmışlar. Bakan yok. Siz bile yağmalayabilirsiniz. Enteresan. Sanki yıkılsın diye çürümesini bekliyorlar.. Neyse tarihi tarihçilere bırakıp gezimize dönüyoruz.

Şehre girerken yol, deniz kenarından gidiyor ve manzara nefis. Şehir merkezi tabelasını takip ediyoruz, Osmanlı dönemi eselerinin en önemlilerinden biri olan ve 16.yy’da yapılan Su Kemerleri‘nin altından geçiyoruz. Sabah erken saatler olmasına karşın şehir hareketli. Kısa bir tur atıp arabayla sahilin uç kısmında geniş ve güvenli bir otopark buluyoruz. Süre sınırlaması yok ve 1.90 euro.

Kafamızı kaldırınca eski Bizans ve Osmanlı kalesi bizi karşılıyor. Bizanslılar kaleyi yapıyor ama Osmanlı devleti kaleyi büyütüyor ve genişletiyor. Hemen yine gözle seçebildiğimiz Kavalalı Mehmet Ali Paşa Medresesi (şu anda otel olarak kullanılıyor ancak rehberli geziler mevcut) tipik Osmanlı mimarisiyle kendisini belli ediyor. Şehirde Mehmet Ali Paşa’nın heykeli de mevcut. Bir dönem Osmanlıya karşı başarılı bir şekilde ayaklandığı ve devlet için tehdit oluşturduğundan burada sevilen bir zat kendisi. :) Bize karşı kim varsa burda seviliyor işte işin özü..

Yürüyoruz, eski sokaklardan kaleye çıkmaya başlıyoruz ve tabiki sokaklar dik ve dar. Yolda önümüzü bir dede kesiyor. Konuşmalarımızdan Türk olduğumuzu anlıyor ve laflıyoruz. İlla şuraya gidin buraya gidin diye tembihliyor. Neler yaptığımızı soruyor, Türkiye’yi soruyor, Konstantin nasıl diyor.. Anlatıyor da anlatıyor. Sonra Yanımızdan geçen Alman turistlere Almanca laf atıyor ve sessizce aradan çıkıyoruz..


Kaleye çıkış yorucu ancak nefis manzara karşısında kesinlikle değer. Giriş 2.5 Euro. Toplarımızın gülleleri bile hala depoda duruyordu. Sokaklardan birinde eski Halil Bey Camii karşılıyor bizi. Artık kiliseye çevrilmiş ve kapalı giremiyoruz. Biraz dinlenip soluklandıktan sonra aşağıda iniyoruz yine farklı sokaklardan. Karşımıza çıkan ilk balıkçıda da balık yiyoruz. Yunan salatası dedikleri salatayı da sipariş ediyoruz. Balık ile bol salata ve yeşillik en dayanılmaz lezzet bizim için. Salata; domates, soğan ve salatalık söğüşü ancak farkı ise üzerindeki 2 parmak kalınlığındaki beyaz peyniri. Neredeyse salatayı ekmek arası yapıp yiyebilirsiniz. Doymanız garanti.. Turistik bir yerde yemememize rağmen insanlar Türkçe anlıyor ve yardımcı oluyor.

Aslında tüm Yunanistan gezimiz boyunca insanların sevecenliği ve yardımcılığı süperdi. Neredeyse herkes Türkçe biliyor. Hele yaşlılar sizinle oturup memleket sohpeti yapıyorlar. Kimi diyor ben Bursanın köyündenim, öbürü diyor ben Nevşehirliyim..çok keyifli..çok düşündürücü.. en güzeli elinizi sıkan kesinlikle bırakmıyor..


Eki 6 2011

ETS Tur ile tatil?

Burada bahsi geçen konu tamamen gerçektir. Olay artık davaya taşınmıştır, bu sebeple yorum katmadan anlatmaya çalıştık:

Geçtiğimiz hafta ETS tur ile Fransa gezisine katılmak isteyen bir arkadaşımız eşine de süpriz yaparak gezi ayarlamalarını yapıyor ve tura katılmak istiyor. Ne de olsa evlilik yıldönümleri ve bunu keyifli bir süpriz ile doyasıya yaşamak istiyorlar. ETS tur iki hafta sonraki tur için kayıt alıyor.

Bu sırada iki hafta içerisinde vize yetişir mi sorusuna ‘-Yetişir.’ Cevabını alıyorlar. Eşi üniversite öğrencisi ancak ETS acentesi evraklara ‘-ev hanımı yazalım’ diyor. İlk defa yurtdışına çıkacak olan dostlarımız acentanın yönlendirmesini doğru olarak kabul edip tüm söylenenleri harfiyen yerine getiriyorlar. İstenen tüm evraklar hazırlanıyor, teslim ediliyor ve 4000 küsür TL ödeme yapılıyor.

Evrakları 12 Eylül’de teslim ediyorlar. 16 Eylül’de vizeye ret cevabı geliyor. Ama sıkı durun bunu ETS söylemiyor. 19 Eylül’de telefon açıyor (ki görüşme bizim yanımızda oluyor) ‘-acilen gelin eksik evrak var imzalamanız lazım’ diye. Evrak nedir diye soran arkadaşımıza ‘-vize işlemlerinde muameleci için verdikleri para, vize çıksada çıkmasada geri ödenmez’ cevabını alıyorlar.

‘- Vize çıkmadı mı neden böyle bir kağıt imzalıyoruz?’ sorusunun cevabı ise yok hayır, prosedür..kem küm gak guk..İmzalıyorlar.

20 Eylül (1 gün sonra) ETS’den bir telefon geliyor. Vize çıkmadı.. Peki nedir durumumuz? Gelen cevap: ‘- Paranızı geri ödeyemiyoruz. Geri alma zamanını geçirdiniz çünkü.’

Bu cevap üzerine günlerdir telefonlar, görüşmeler yapılıyor. Genel müdürlük dahil her yer kapı duvar! Hiç bir sonuç yok. 12 Eylül evrak teslim, 16 Eylül ret cevabı. Bu tarihte haber verilse hem paralarını geri alabiliyorlar, ayrıca isterlerse eksik evraklarını tamamlamak için yeniden başvurabiliyorlar. Ama ETS tur ayın 20’ine kadar bekliyor, çünkü 19’una kadar itiraz gelirse parayı ödemek zorundalar. Yani bir nevi gasp gibi. Ödemeyi yapıp, hiç bir hizmet alamadıkları gibi bir de paralarını geri alamıyorlar.

Sonuç: Dava açıldı. Evlilik yıldönümü kutlaması planları yerine stres, telefon görüşmeleri, sıkıntı..

Haklı olarak tura katılacak olan arkadaşlarımız diyor ki acelemiz yoktu ki bizi niye acele acele ilk tura soktunuz vakit darsa bir sonraki turla gidebilirdik. Ayrıca Galatasaray Üniversitesi öğrencisi olan eşinin Fransa vizesinin almasının çok daha kolay olduğunu vize şirketinden kendi araştırmaları ile öğreniyorlar.

Burada yaşananlar bir ders niteliği taşıyor aslında. Hepimizin başına gelebilir. Burada Avrupanın en büyük tur operatörlerinden biri kabul edilen ETS’nin tutumunu anlamak mümkün değil. Gerekli dersi çıkarıp dikkat etmek lazım.

İlgilenenler olayın ayrıntılarını ve yorumları buradan okuyabilirler.


Tem 27 2011

Balkan Gezisi 5. Bölüm: ‘Poçiteli, Mostar, Saraybosna’

Dördüncü bölümü kaçıranlar buraya tıklayın :)

Artık Hırvatistan topraklarına veda vakti. Kalan günlerimizi Bosna Hersek topraklarında geçireceğiz. Her zamanki kahvaltı zamanı ile yola koyuluyoruz. Bu güne kadar hava soğur mu, yağmur yağar mı gibi sorularımızın cevabı, gece ve gündüz ‘sıcacık hava’ oldu. Hatta gündüzleri sıcaktan üç aile, onlarca litre su tükettiğimizi söyleyebiliriz. Bakalım Bosna havası bizi nasıl karşılayacak?.. Malum havası kara iklimi. Saraybosna’dan Dubrovnik’e geldiğimiz aynı yolu takip ederek  bu sefer Saraybosnaya doğru yola koyuluyoruz. Gezi rotamız Poçiteli, Mostar ve son durak Saraybosna.

Poçiteli

Aslında enteresan olan şey Bosna Hersek topraklarına girdiğiniz andan itibaren etrafta gördüğünüz minarelerden mi yoksa mimarilerinden mi bilemeyiz, sanki yıllardır buralarda yaşıyormuşuz gibi bir rahatlık geliyor. Hiç bir yabancılık çekmiyoruz. Bursa, İznik dolaylarında geziyormuşuz gibi geliyor. Yüzyıllar boyu aynı kültürü paylaşmanın güzel yanı olsa gerek. Dubrovnikten 2 saat sonra Poçiteli köyü’ne giriş yapıyoruz. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Hersek Eyaletine bağlı olan Poçiteli’nin hemen önünde Neretva nehri kıvrılarak akıyor.

Türk tehdidi yüzünden Hırvat-Macar Kralı şehrin kale haline getirilmesini sağlıyor. Dubrovniklilerin yardımıyla şehir kale halini alıyor (1465). Fakat bir süre sonra Osmanlı İmparatorluğu çok önemli bir stratejik noktaya hakim Poçiteli’ni de topraklarına katıyor. Kale yapısı Türklerin zamanında daha da genişletiliyor, Camisiyle, medresesiyle, hamamıyla, saat kulesiyle bugünkü görünümünü alıyor. Bu topraklarda 415 yıl süren egemenliğimizin en güzel görüntüsünü Cami içerisine girdiğinizde içeride asılı Türk Bayrakları veriyor. İnsanın orada birine sarılası geliyor. Kan çeker dedikleri bu olsa gerek.

Tarihi tarihçilere bırakıp gezi notlarımıza geliyoruz. :) Aracımızı girişteki meydana otopark ücreti ödeyerek bırakıyoruz. Başlıyoruz köyün içerine giden yola girmeye, basamakları çıkmaya.. Zaten dik bir yamaca kurulu olan köy’de yokuş çıkmamak neredeyse imkansız. Kucağımızda bebekler ile en tepedeki kaleye kadar çıkıyoruz ama ne çıkış. Bittik. Daha geziye başlayamadan soluğumuz kesildi. Tepedeki kalenin girişinde UNESCO’nun Kültür Mirası Listesine girdiğini belirten  bir tabela ile karşılaşıyoruz. Tabela önünde dinlenirken hemen karşımızdaki Neretva nehrinin güzelliği bizi büyülüyor, manzara tepeden çok başka güzel.

Kalenin iç kısımları biraz yıkık olsada mimarisi, tarihi dokusu çok güzel. Kalenin bir de kulesi var. Taşları artık kayganlaşmış olan kuleye çıkmak için bebekleri aşağıda bırakıyoruz sırayla. Yabancı yerlerde bir de doktor aramayalım.. :) O sırada arka tarafta bir genç görüyoruz. Tek başına manzaraya bakıyor. Yanına gidip sohpet etmeye çalıştık. 19 yaşındaki Hırvat genci çat pat İngilizce biliyor. Aslında bizde çat pat bildiğimizden çok iyi anlaşıyoruz. :) Savaş zamanında burada olduğu söylüyor başka da bir şey anlatamıyor tüm sorularımıza karşılık. Sonradan anlıyoruz ki kız arkadaşı gelmiş, onunla meşk içerisinde manzara izleyecek. Oradan usulca uzaklaşıyoruz ve kuleye çıkıyoruz.

Kulenin içerisi tüm canlılığını koruyor. Gözetleme amacı ile yapılmış olan kuleden her yeri görebilmek mümkün, tam bir manzara ziyafeti çekiyoruz. En tepedeki kata çıktığımızda bizi Türkiyeden ziyarete gelmiş insanlarımız karşılıyor. Tarihi eserlere isimlerini yazmaya bayılan insanımız, hiç üşenmeden binlerce kilometre ötedeki tarihi eserlere de yazı yazabilme kabiliyetine sahip. Gerçekten kutluyoruz. Buradan çıkıp köyün sokaklarında bir süre dolaşıyoruz. Sokaklar tertemiz, havanın sıcaklığından olsa gerek kimsecikler yok. Aşağıya Camii’ye iniyoruz. Hacı Ali Camisi çok farklı bir mimariye sahip değil ancak birkaç yüzyıl yaşında olduğunu düşününce hayranlık duymamak elde değil. Tam gezerken Camii’nin imamını görüyoruz. Arkadaşlarımızdan bazıları türkçe konuşurken duyuyor. Bizim ‘- Türkiyeden geldik, – Sizinle tanışabilirmiyiz, -Burası ile ilgili soru sarabilirmiyiz?’ gibi basit sorularımıza cevap vermek bir yan aeliyle ‘-yok..yok’ yaparak hızla uzaklaşıyor. Biz anlam veremiyoruz ve aşağıdaki kahveye oturuyoruz. Türk kahvesi kulpsuz fincanda cezve ile ikram ediliyor. Bizden not olarak ‘-Fena değil’i alıyor.

1992-1994 yılları arasında buradaki tüm Osmanlı izleri (Camii, Medrese, Hamam..v.b.) yoğun bombardıma tutuluyor. Ağır hasar veriliyor, ancak UNECSO onarımını ve tadilatlarını savaş sonrasında yapıyor.

Bir iki saatimizi burada geçirdik, öğleden sonra 3 gibi buradan yola çıkıyoruz ve rotamız Mostar.

Mostar

Poçiteli – Mostar arası yaklaşık 1 saat sürüyor. Şehir girişini tabelalar ile takip ettik ancak daha sonra Mostar köprüsünün de olduğu merkeze gitmek için bir iki yere sorduk, kimseler ne Türkçe anlıyor ne de İngilizce.. Anlayacağınız tarzanca ile bulduk. Açık alandaki bir otoparka park ettik aracımızı. Park görevlisi biraz sohpet etti bizimle ve Türkçe biliyorum dedi. Biz de sevindik tabii. Bir anda küfretmeye başladı. Anlaşılan birileri Türkçe diye küfür öğretmiş arkadaşa.. :) Hatta ‘-köprüden birini atlarken fotoğraf çekmek isterseniz uygun fiyata ayarlarım’ diye de ekledi.



Aracımızı park ettiğimizde sırtımızda kalan bir bahçeli ev gözümüze ilişti. Duvarları, panjurları, hatta perdelerine kadar mermi izleri ile dolu. Geçmişte yaşanan kötü bir savaşın izleri.. Hırvatistan’dan sonra Mostar ve Saraybosna gezileri aslında insanın kalbinde bir yara bırakıyor. Her yerde hüzün, savaşın bıraktıkları. Bir çok insan evlerini savaşı unutmamak özellikle yaptırmıyormuş, bir kısmı ise parasızlıktan.


Osmanlı İmparatorluğu fethi ile birlikte buraya ‘Köprü Hisar’ ismini vermişiz. Köprünün her iki yanında bulunan nöbetçilere de ‘Mostari’ denirmiş. Mostar şehrinin adının bu nöbetçilerden geldiği tahmin ediliyormuş. Köprü etrafında yerleşim yapılmış Osmanlı döneminde. Camiisi, pazarı, dükkanları, atölyeleri, evleri.. Bugün hala bu geçerli. Şehrin dokusu muhteşem. Etkileniyoruz ve içimizi hüzün kaplıyor. Savaş döneminde yaşananları hatırlıyoruz, hatta bir hediyelik dükkanın içinde dürekli bir sinevizyon gösterisi yapıılıyor ve o dönem Mostar köprüsünün yıkılışından tutun da bulunduğunuz yerin nasıl bombalandığına kadar izliyorsunuz. Çok acılar yaşamış insanlar. Duygulanıyoruz, gözlerimiz doluyor. Bu da yetmezmiş gibi müslümanların yaşadığı bölgenin tam karşısına dağın tepesine apartman yüksekliğinde km’lerce uzaktan gözükebilecek bir haç işareti yerleştirmişler. Savaş öncesinde beraber yaşayan farklı din, dil ve ırklar savaş sonrasında bıçak gibi kesilmiş ve ayrılmış. Herkes kendi bölgesinde yaşar olmuş. Bu savaş sonrası izlenimleri bırakıp turistik izlenimlere geçiyoruz.. :)

5 dk. yürüme mesafesinde olan tarihi köprümüze doğru ilerliyoruz taş ara sokaklardan. Turist ofisine uğrayıp bilgi almak istiyoruz ancak kapalı, onun yerine biraz daha ileride bir hediyelik eşya dükkanından bilgi alıyoruz. Yürüyerek binalarımızın arasından geçiyoruz, evlerin, dükkanların.. hepsi çok şirin, bakımlı, ve yeniden yapıldıkları için de tertemiz. Köprünün bir başındaki kulede savaş dönemi fotoğraf sergisi vardı ve grupça o sergiyi de görüyoruz. Girişi 6KM (3 Euro).

Köprü üzerinde ve ara sokaklarda geziniyoruz. Dükkanlardaki zanaatkarların fotoğraflarını çekiyoruz, Neretva nehrinde bu soğuk suya rağmen girenleri izliyoruz.. Derken acıkıyoruz.  Bir iki saat sonra hava kararacak bu yüzden yola tok karınla çıkmak lazım. Geleneksel tadlar aradığımızı belirtip bize verilen en iyi adrese giriyoruz ‘Sadrvan’ (Şadırvan). Bahçesi de olan güzel bir mekan. Geleneksel yemek tabağı yapmışlar, siparişlerimizi ondan veriyoruz. Gelen tabakta, yaprak sarması, biber dolması, kebap cici (köfte), pide, yoğurt, pilav ve soslar vardı. Bizim için evdeki yemekten hiçbir farklı yanı olmayan bu güzel yemekleri afiyetle midemize indiriyoruz. :)

Hava kararmak üzereyken yola çıkıyoruz. Yaklaşık 3 saat sürecek olan yolculuğumuzu gece yarısı tamamlıyoruz ve önceden yerlerimizi ayırttığımız ‘Hotel Bosnia’ otelimize yerleşiyoruz. Hepimiz yorulmuşuz, herkes odalarına çekiliyor. Bebekleri de dinlendirme vakti. :)

Saraybosna

Hotel Bosnia, tam bir şehir oteli. Odalar eski görünümlü, kahvaltı kötü ancak otel temiz, güvenli ve şehir merkezinde. Arabanızı bırakıp bir çok yere yürüyerek gidebileceğiniz bir noktada. Gecelik oda fiyatı 85 euro ödedik.

Sabah Sarabosna’da uyanmak çok keyifli. Gece ne kadar serinse de gündüz bir o kadar sıcak oldu. Kahvaltı sonrası şehirde yürüyüşe çıkıyoruz. Otelin bulunduğu noktadan dümdüz ilerlerseniz zaten Başçarşı’ya kadar gidebiliyorsunuz. Görülebilecek bir çok yer de zaten bu hat üzerinde. Binalar, mimariler, şehri saran Miljacka nehri..herşey muhteşem. Yabancılık çekmeden gezilecek noktalarımıza teker teker varıyoruz. İlk karşımıza çıkan yer ‘Sönmeyen Ateş Anıtı’ . İkinci dünya savaşını simgeleyen bir anıt. Hiç durmadan gece gündüz yanıyor. Yürüken sağlı sollu restorantlar ve güzel cafelerin önünden geçiyoruz. Şehir sakin, insanlar sakin amcak şehirde bir hüzün var. Binaların neredeyse birçoğunda bulunan mermi ve bomba izleri içimizi acıtıyor. Birçoğunda şarapnel parçaları savaşın üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen gözüküyor.

Biraz ilerideki meydanda yaşlılar satranç oynuyor, köylüler tazgahlarını açmış organik ürünler satıyor. Aynı hat üzeirnde bir camii, biraz ilerisinde bir kilise görmek farklı inançtaki insanların birarada yaşamasına çok güzel bir örnek teşkil ediyor. Yolun sonunda ise bizi ‘Başçarşı’ karşılıyor. :) Eminönü meydanına gelmişçesine bir kalabalık. Bursa mimarisi.. herşey birarada. Hemen sağımızda ‘Gazi Hüsrevbegov Bezistan’ı. İçeriye giriyoruz alışveriş incik boncuk satılan bir yer haline dönüşmüş. Bir kaç kare fotoğraf çekip tekrar dışarı çıkıyoruz. Gazi Hüsrev Bey Kanuni döneminde Bosna’da uzun süre görev yapımış bir sancak beyi. Gezdiğimiz noktalardan Klis Kalesi’de Split Kalesi’de onun zamanında fethedilmiş. Mezarı şu anda Gazi Hüsrev Bey Camii’nin avlusundaki türbede.

Güzel ara sokaklarda dolanırken kendimizi bir anda Saraybosna Sebili’nde buluyoruz. Osmanlı döneminden kalan sebil gençlerin buluşma noktası olmuş artık. Acıkan karnımızı Seher Lokantasında Cevapcici ile bastırıyoruz. Bosna Hersek topraklarındaki etlerin tümü gerçekten çok lezzetli, bu kadar yeşil topraklardaki hayvanların güzel beslenmesinden midir bilemiyoruz ancak henüz kötü et ile karşılaşmadık. Saat 14.30 gibi yola koyuluyoruz bu sefer ki hedefimiz Tünel (Tunnel) Müzesi. Havaalanının diğer tarafında olan Tünel müzesi savaş zamanında binlerce kişinin hayatının kurtulmasını sağlamış. Köydeki evin sahibi olan teyze daha sonra evinin müze ev olarak kullanılmasına izin vermiş. Şu anda hergün yüzlerce kişinin gezdiği ve görülmesi gereken çok önemli bir nokta.

Sırpların Saraybosna’yı kuşatmasıyla kaçacak ya da sevkiyat yapılacak hiçbir noktanın kalmaması sonucu böyle bir yaratıcı fikir geliştirilmiş. Havaalanı kontrolünün NATO’da olmasıyla Sırpların çembere alamadıkları Saraybosna’da Havaalanının bir tarafından girip, diğer tarafından çıkılan bir 800m uzunluğunda tünel inşa edilmiş. Köy içerisinde bir evin altından girilen aynı şekilde karşıdaki bir binanın altından çıkılan gizli bir geçit. Savaş zamanında silahlardan tutun da, ilkyardım malzemelerine, koyun keçilerden, yaralı insan, yaşlı ve çocukların kurtulması için de ayrı bir önemi olmuş.

Saat 15.00 gibi vardığımızda müze kapalıydı. Kapıda 4 alman turist ve bir de biz vardık. Müze girişinde saat 15.00 e kadar gezilebileceği yazıyordu. Arkada bahçede çamaiır asan evin sahibi teyzeyi görünce Almanların gitmesini bekledik. Aldığımız duyumlara göre Türkiye’den geldiğinizi iletirseniz kapıyı açıyormuş. Teyzeye seslendik ancak ilgilenmedi. Sonra ‘Selamınaleyküm’ diye seslenince geldi. O Boşnakça biz Türkçe, İngilizce ne varsa iletişim kurmaya çalıştık. :) Nuh dedi Peygamber demedi kapıyı açmadı, bizde son kozlarımızı oynadık, Türk Pasaportlarını ve bebeklerimizi gösterdik. O kadar yol geldik dedik, yine de açmadı :) Peki dedik yarın gelelim madem.

Köyün çıkışında yaşlı amcalar duruyordu. Bunlar nasıl olsa savaş dönemini yaşamışlardır diyerek bir sonraki ziyaret noktamız olan Aliya İzzetbegoviç’in mezarını yani şehitliğin yerini soruyoruz. Adamlar bi geriliyor ‘-No No’ gibi hareketler yapıyorlar. Biz daha da anlatmaya çalıştıkça ‘gidin’ gibi hareket yaptılar. İçimizden yahu insan eski başkanlarının ve hatta savaş kahramanlarının yerini bilmez mi ne ayıp diye hayıflandık. Meğer bulunduğumuz bölge Sırp bölgesi, sorduğumuz insanlar da Sırplarmış. Savaş sonrasında barış gelmiş gibi durmuyor, sadece ateşkes yapılmış gibi gözüküyor…

Savaş sonrası Bosna Hersek devletinde kantonlar oluşturulmuş. Her kanton’un kendi yönetimi var ve bunların başkanlarının dışında da en tepede devlet başkanı var. Saraybosna merkezinde bile havaalanının diğer tarafına geçtiğinizde Sırp kantonuna, başka bir yerine geçtiğinizde müslüman bölgeye giriş yapmanız gayet normal.

Saatin de akşam üzerine gelmiş olmasıyla şehitlik gezimizi de yarına bırakıyoruz. Tekrar şehir merkezine geliyor ve şehrin modern yüzü yeni binaları arasında gezniyoruz, bir de alışveriş merkezinden fotoğraf makinamıza kart takviyesi yapıyoruz. Hava kararırken Başçarşı’ya gidiyoruz, bir cafe’de çay içip sohpet ederek akşamı yapıyoruz. Ardından dinlenmek üzere otelimize geçiyoruz.

Sabah ilk iş yürüyüş mesafesindeki bombalanan Pazar Yeri’ne gidiyoruz. Hatırlarsanız Sırplar pazardan alışveriş yapan insanların üzerine havan toplarıyla saldırmış ve silahsız ve sivil onlarca kişiyi Avrupanın gözleri önünde öldürmüşlerdi. Bu Pazar yeri hala asli görevini sürdürüyor. Tek farkı karşı apartmandaki duvarda ölenlerin isimlerinin yazdığı büyükçe bir tabela bulunması. Duygulanıyoruz. Biraz daha devam ediyoruz bu sefer de Sırpların bilinçli olarak bombalarıyla yaktığı tarihi kütüphanesine varıyoruz. Burası hala yıkık ve harap vaziyette çok güzel mesaj veriyor anlayana!. Bu kütüphanede Osmanlı dönemine ait çok sayıda özel eserler, el yazması kitaplar ve yine Osmanlı dönemine ait kayıtlar vardı. Artık hiçbiri yok.

Yolda ilerlemeyerek tam tersi istikamete dönüyoruz, savaşta ölen çocukların anıtı’na varıyoruz. Burası bir park aynı zamanda. Ölen çocukların isimleri silindirlere yazılmış. Hüzün dolu. Henüz 1 yaşına girmemiş bebekler bile var. Ağaçların altlarında Osmanlı dönemine ait mezar taşları var. Her bir köşede onlarca mezar. Bakımsızlar. Yol tarafında ise kaldırımda bir şey dikkatimizi çekiyor.

Bomba düşmüş, şarapnel parçaları yayılmış ve etrafını kırmızı bir şeritle kapamışlar. Bu nedir diye soruyoruz ve cevap çok manidar. Savaş zamanında tüm yokluklara rağmen Boşnak kadınları düşen bombaların verdiği zararı balmumu ile kapatıp ‘-bakın biz ölmedik, hayattayız’ mesajı veriyorlarmış. Şimdi ise yürürken dikkat çekmesi için kırmızı ile etrafını çizmişler.. Yolumuza minibüsümüze binip devam ediyoruz.

Şimdiki rota biraz tepede kalan şehitliğe uğramak. Birer dua etmek. Gideceğimiz şehitlikte Aliya İzzetbegoviç’in de mezarı var. Mezar başında 24 saat saygı nöbeti tutan askerler var. Şehitlikte 1500 kişi yatıyor. Burası gibi birçok şehitlik var. Tertemiz. Bütün mezar taşları bir kişinin elinden çıkmış gibi. Biz oradayken bir yaşlı anne baba oğulları olduğu düşündüğümüz bir mezarı sildiler, çiçekler ektiler, dualar ettiler. O kadar sessiz ve saygı dolu yaptılar ki gözyaşlarımıza hakim olamadık. Şehitlikte 18 yaşındaki bir gencin de 65 yaşındaki bir vatanseverin de mezarı olduğuna şahit olduk.

Yola devam edip biraz daha yukarıya tırmanıyoruz ve ‘Tabya’ denilen bir tarihi kaleye geliyoruz. Ancak manzara dışında pek birşey yok, ne bir bilgi ne bir eser. Sadece duvarlar. Ama şehri çok güzel bir biçimde buradan izleyebilirsiniz. Saatimize bakıyoruz ve geç olmadan ‘Tünel Müzesi’ne gidiyoruz. Malum akşama uçağımız var ve bu sefer kesin görmemiz gerekiyor. :)

Müzeye giriyoruz hemen girişte bir odaya alıyorlar, önce bu evde neler yaşandının cevabını videoda izleyerek hatırlıyoruz. İnsanların kurtuluşlarına tanıklık ediyoruz, mutluluklarına. Askerlerin geçişlerine tanıklık ediyoruz, silahların aktarılışına, zorluklar içerisinde neler başardıklarının bir kanıtı adeta. Oradan çıkıp evin içerisinde müze haline getirilmiş üst kata çıkıyoruz, fotoğraflar, aletler, mektuplar.. Aşağıya tünele giriyoruz. Şu anda tünelin gezi amacıyla 15 metresi açık. Kalan 785 metre kapatılmış. Eğilerek yürümek zorunda olduğunuz daracık bir tünel. Bir süre ilerliyoruz. Gruptan kimse konuşmuyor. Hepimiz ağzımız açık olan biteni izliyor, yaşıyoruz adeta. Kapı girişinde ise yaşananları çok iyi anlatan bir bomba duruyor, betona çarpmış patlamış ve oracıkta kalmış. Çıkıyoruz müzeden. Yaşananları anlayabilmek için en iyi yer bu küçük müze ev aslında. Biraz orman havası almak için ‘Vrelo Bosne’ye gidiyoruz.

Biraz şehir dışında olan bölge tek kelime ile muhteşem. Girişteki kalabalık araba kuyruğundan biraz korktuk ilk başta. Ancak alan o kadar büyük ki kimse kimseye rahatsızlık vermiyor. Şelaleler, sular, ağaçlar resmen bizim yedigöllerin daha düz bir ovadaki hali. Ancak tek kelime ile daha temiz. Bizim insanımız korumayı beceremiyor maalesef kendi ormanlarını. Geziyoruz, yürüyüş yapıyoruz, en çokta acıkmayı seviyoruz. Göl kenarında bulunan restorantta ‘Cevapcici’lerimizi afiyetle mideye indiriyoruz. Hizmet olarak çok zayıflar, örnek vermek gerkirse; çok beğendik köfteleri birer porsiyon daha söyledik garson bize kızdı. Niye ilk başta söylemiyormuşuz diye :) yani hizmet beklentinizi yukarıda tutmayın ancak yemekler çok lezzetli.

Uçağımızı kaçırmamak için bu güzellikten artık ayrılma vakti. Bosna Hersek toprakları bizlerde bir hüzün bıraktı. Her yer o kadar güzel o kadar doğal ki bütün bu güzellikler içerisinde bu savaşlar çok derin izler bırakıyor. Kalbimizi Bosna Hersek’te bırakıyoruz ve daha şimdiden yıllarca aynı kültürü paylaştığımız nereleri görebiliriz diye uçakta konuşmaya başlıyoruz. İstanbul bekle bizi geliyoruz..Bu arada o çok özlediğimiz çay keyfini gece yarısı İstanbul’da eve ulaştığımızda hiç üşenmeden yapıyoruz ;)


Tem 11 2011

Balkan Gezisi 4. Bölüm: ‘Klis, Split, Dubrovnik(2)’

Üçüncü bölümü kaçıranlar buraya tıklayın :)

Otelde yaptığımız güzel kahvaltının ardından otobandan 4 saat sürecek olan yolculuğumuza çok geç olmadan çıkmak istiyoruz. Malum bebekler ile bu yolculuğun 5-6 saate çıkma riski var, bir de hava sıcak araç içerisinde sıcaklık arttıkça bebek huysuzluğu da artıyor. O sebeple vakitli gidip geç saatte dönmek bu gibi yolculuklarda en güzel kural. :)

Otobana ulaşabilmek için sahilden ilerlemeye başlıyoruz. Malum, virajlı diye bahsetmiştik. Yine sınır kontrollerinden geçip kısa bir süre Bosna-Hersek topraklarına girip çıkıyoruz. Bu 15 km uzunluğundaki kısa Bosna Hersek sahili savaş sonrasında Bosna’nın hiç denize açılan kapısının kalmamasıyla anlaşmalar üzerine verilmiş ve böylece Adriyatik denizine açılan bir kapısı olmuş.

Tekrar Hırvatistan topraklarına giriyoruz ilerliyoruz. Karşımıza otoban tabelaları çıkıyor, takip ediyoruz, süre ilerliyor, yine otoban tabelaları çıkıyor.. Yol bi güzelleşiyor bir kötüleşiyor derken köy içlerinden geçmeye başlıyoruz. Neyse uzatmayalım yol bitiyor, toprak yolda ilerlemeye başlıyoruz. Yanlış mı gidiyoruz diyoruz ama yok, hala karşımızda otoban tabelası var sağı gösteriyor. Hay bin kunduz! :) Biz otobana ulaşana kadar zaten iki saat geçiyor. Meğer otobanın bir kısmı yapım aşamasındaymış. Kalan kısım gayet güzel ve düzgün, bundan sonrasını basıp Split’e doğru ileriyoruz.

Ancak Split yolu üzerinde uğrayacağımız bir yer daha var: ‘Klis’ . :)

Klis

Şu anda küçük bir köy ve tarihi kaleden ibaret. 16.YY.’da Osmanlı İmparatorluğu buralara kadar gelmiş ve Klis kalesini almak için uğraş vermişler. Bir kaç defa geri püskürtmüş İmparator Peter Kruzic kaleyi savunmuş ve vermemiş, ne zaman ki imparator ölmüş, kalenin zayıflayan savunmasıyla beraber ele geçirmişiz ve 111 yıl boyunca bizimkiler buraları yönetmişler.

Bizim, arabayla 4 saatte Dubrovnik’ten buraya ulaştığımızı düşününce, tepeden vadiye ve önümüzdeki Split şehrine bakarken binlerce asker, toplar, atlar ile ne kadar zor bir iş başardıklarına tanık olduk. Kale içerisine giriş ücretli yetişkin 10 Kuna, çocuklar 5 kuna. Kendinden bezmiş bir görevli oturuyor kapısında, bilet karşılığında bir kaç dilde basılmış broşür veriyor.

Kalenin, vadilerin arasında Adriyatik ve Split şehrine hakim konumda. Büyük bir kısmı hala güzel ve ayakta kalmış. Restore edilen ve tahminimizce biz oradayken açık olmayan bir de cafe kısmı var. Split’e giderken durup düşünmek ve manzaranın tadını çıkartmak için oldukça güzel bir gezi noktası. Bebekleri beslyeip biraz oksijen aldıktan sonra Split’e olan yolculuğumuz devam ediyor ama artık yokuşu indikten sonra şehre varacağız.

Split

Birkaç gündür unuttuğumuz trafik bizi Split’te karşılıyor. Işıklarda beklemek, şehir kaosu büyük bir yere geldiğimizin ilk belirtileri. Dura kalka ilerlerken nereye gideceğimiz bir anda bilemiyoruz. Aslında navigasyon gösteriyor ancak Polis karakolunu görünce bir de onlara soralım diyoruz, merkez nerededir diye. Hayatımızda konuştuğumuz en uyuz Polis’ti sanırım. Sorumuzun cevabı olarak eliyle sadece ‘-şöyle git!’ işareti yaptı. Ama biz biraz ilerleyip bir de normal insana sorup teyidimizi aldık :)

Bulduğumuz açık ve güzel bir otoparka aracımızı park ettik. Sahile 15 dk. yürüyüş mesafesinde olduğumuzu yürüdükten sonra anladık. Eski sokakların arasından kıvrıla kıvrıla İzmir’in kordon gibi güzel bir düzlüğe çıktık. Bir yanımızda cafeler, diğer yanda deniz. Hemen cafelerin arkası aslında Old City dediğimiz tarihi evler ve kalesi. Bir kaç saat boyunca buradaki güzel sokakları gezdik, şehir büyüklüğünden olsa gerek oldukça kozmopolit insanlardan oluşuyordu. Dilencisinden, öğrencisine, pazarcı esnafından, alkoliğine bir çok kişi görmeniz mümkün. Kale içerisinde gezerken rastladığımız turist ofisine uğrayıp ücretsiz birer harita ve bilgi alıyoruz. Kadın görevli bizim gördüklerimizden farklı birşey söylemiyor ve bizde ona geleneksel tadları nerede alabileceğimizi soruyoruz.

Kadının verdiği 3 adrese de gidiyoruz ancak ilk ikisinin yerine yeller esiyor. 3. Olan Sperun adında bir lokanta. Güzel şirin ve lezzetli gözüküyor. Özel bir balık yemeği sipariş ediyoruz oraya has. Yemek değilde bir nevi çorba gibi geliyor. Balık büyük parça ve kılçıklı olduğundan yemesi zahmetliydi. Ancak oldukça lezzetli ve neredeyse sadece ekmek banarak bile yenilebilecek kadar güzel yemek suyu vardı.

Yemeğimizi yedikten sonra turizm bürosundaki kadının söylediği seyir tepesine doğru gidiyoruz. Ormanla kaplı bu tepede seyir terası gibi bir alan oluşturulmuş ve burada şehre tepeden bakabiliyorsunuz. Aynı zamanda orada bulunan cafelerde manzara eşliğinde birşeyler yiyip içebilirsiniz. Biz havanın serinlemesiyle çayda karar kılıp, kötü birer çay içip akşam 8 gibi geri dönüş yolculuğuna çıkıyoruz.

Split için bu kadar saat yol gelmeye gerek varmı? Aslında çokta yok. Ulaşımın zorluğu, görülecek çok fazla bir detayın olmaması bir daha bizi bu şehre getirmeyecek gibi duruyor.. :)

Gece yarısı otele vardığımızda pestil gibiydi herkes ve özellikle bebekler. Yarını burada yani Dubrovnikte geçirmeye karar veriyoruz.

Dubrovnik (2.bölüm)

Gezimizin başında Dubrovnik’in eski şehrini gezip durmuştuk, bu sefer şehrin yeni kısmını hedef belirliyoruz. Tepenin hemen ardınd kalan şehir merkezi arabayla 15 dk. sürmüyor bile. Güzel yazlık evlerin ve yatların arasından geçerek sezondolayısıyle henüz tam açılmamış plajların olduğu sahile geliyoruz. Deniz tertemiz ve bomboş. Yazın burada deniz oldukça keyifli olacağa benziyor. Zaten sakin olan şehrin bu tarafı daha da sakin :) Cafeler ile dolu bir sokağı var, bizdeki barlar sokağının daha derli toplusu. Güzel mimariler, güzel deniz ve güzel insanların arasından geçerek büyük adalardan birine gitmek için feibot iskelesine yanaşıyoruz. Feribot bileti alacağımız gişe kapalı beklemekten sıkılıp ilerideki başka bir yere soruyoruz ve sezon dolayısıyla günde 1 sefer olduğunu söylüyor bu hayalimizi de çöpe atıyor. Gitsek geri dönemeyeceğiz çünkü. Yaz sezonu ile birlikte oldukça fazla gezi turları, seferler düzenleniyormuş, yazın gideceklerin dikkatine :)

Akşam üzerine doğru, şehirde yapılabilecek son etkinliğimize Teleferik’e geliyoruz. İlk geldiğimizde gece gökyüzünde ışıl ışıl yanan dev bir ‘haç’ görüntüsü dikkatimizi çekmişti. Sabah olduğunda onun dağın tepesinde kocaman bir betonarme yapı olduğunu anladık ve teleferikleri de görünce gezi planımıza almıştık.

Teleferik doldukça yukarıya çıkartıyor görevliler. Enfes bir manzara eşliğinde çıkmaya başlıyorsunuz. Yaklaşık bir 5 dakika gibi çıkış sürüyor. Tüm Adriyatik ayaklarınızın altında küçük bir resim gibi kalıyor. Mutlaka burayı görmeniz lazım. Tepede bir hediyelik eşya dükkanı bir de restoran var. Küçük ve güzel bir yer. Savaştan bu teleferiklerde nasibini almış. Bombalanmış ve düşmüşler. Resimleri ve tekrar yapılışlarının resmedilmesi asansör başındaki çerçevelerde mevcut. Araba ile ulaşmakta mümkün, dağ yollarından geliniyor ama hiç gerek yok çok konforlu ve hızlı biçimde gelinebiliyor.

Şehirde ve hatta Hırvatistanda geçirdiğimiz son gün olması sebebiyle son bir şehir turu atıp, eskiden Kralın sarayı olan yerde yemek yemeye karar veriyoruz. Enfes lezzette biftek tabağı, garnitür olarak ton balığının top top yapılmış hali, patatesler vs. derken masamızdan midemiz ve gözümüz tok olarak ayrılıyoruz. Ortalama aile başı 350 Kuna ücret ödüyoruz. Böyle bir mekan ve yemekler için normal sayılabilecek (hatırlayınız :) 1. kısımda yediğimiz kazık ), gayet memnun kalarak ayrılıyoruz.

Sabah otelden ayrılacağız ve kalan günlerimizi Bosna Hersek topraklarında geçireceğiz. Artık bavulları toplama vakti..