Haz 15 2012

İstanbul Dünya Çevre Günü Kıtalararası Bisiklet Gezisi

Geçtiğimiz kış gezmeyi seven bir kaç aile olarak ‘yazın bisiklet alalım, bebek, çoluk çocuk hepimiz bineriz?’ diye düşündük. Uzun yıllardan beri bisiklete binmemiştik. Yaz geldi çattı. Uzun uzun araştırmalardan sonra İstanbul’da Decathlon mağazasından bisikletlerimizi, bebek koltuklarımızı ve kask, eldiven gibi gerekli ekipmanlarımızı aldık. Hatta üşenmeyip araç bisiklet taşıyıcılarımızı da taktırdık (sadece evimizin önünde bisiklete binmek istemedik, yarın bir gün Abant, Poyrazlar gibi farklı yerlere gidersek yanımızda götürelim orada da binelim diye düşündük).

Ancak günün birinde iki kıta arasında oğlumuzla otobandan gideceğimiz hiç aklımıza gelmezdi.

Günün birinde bisikletleri incelerken ‘Bisikletliler Derneği’ facebook sayfasına rastladık. Kısa süre içerisinde sürekli takip ettiğimiz bir grup halini aldı. Etkinliği de zaten buradan öğrendik. İnanılmaz gayretleriyle muhteşem işler, geziler, organizasyonlar düzenliyorlar. Ama en önemlisi bisikletin hayatımıza girmesi için verdikleri uğraş. Bir gün bakıyoruz, vali ile bisiklet yolları yapılmasını tartışıyorlar, bir gün belediyelere bisiklet ile ulaşımın ne denli önemli olduğunu anlatıyorlar… Bir anda bu işler için hiçbir karşılık beklemeden koşturan insanlara saygı duyuyorsunuz…

Gelelim ilk defa katıldığımız bizim gezimize, dünya çevre günü dolayısıyla Taksim’den Harem’e kadar olan 18.5 km uzunluğunda bir rota belirlenmiş. Kafamızda; nasıl gideriz, yolda kalırmıyız, çoluk çocuk rezil sefil olurmuyuz yollarda gibi sorular vardı. Ancak rota o kadar güzel ki oldukça az yorularak turu tamamlamayı başardık. Tabiki kendimizce önlemlerimizi de aldık, bisiklet çantalarımıza, bol su, sandviç, güneş kremi, yara bantı gibi zaruri ihtiyaçlarımızı doldurduk. 5000 kişilik bir bisikletli ordusu Taksim, Şişli, Mecidiyeköy, Balmumcu, Boğaz köprüsü, Nakkaştepe’yi takip ederek sahilden Harem’e vardık. Oğlumuz son 15 dk. kala uyuya kaldı arka koltukta ama son ana kadar keyif aldı. :) Organizasyon oldukça profesyonel düşünülmüştü, arkadan gelen ambulanslar, bisiklet taşıyıcı araçlar, eskort polisler..v.s..Emeği geçen herkesi tebrik ediyoruz.

Gezide dikkatimizi çeken en önemli şeylerden birisi yolların kapatılmış olmasına rağmen bisikletlilerin arasından kaçmaya kalkan saygısız taksi şöförleri (ki birini polis iyi haşladı..tam destek aldı bizden), bir de yılda bir gün 1 saat yolların kapatılmasına sabredemeyecek kadar aciz olan, kornalarıyla bizler geçerken protesto eden otomobillerdi. Gördüğümüz tüm turistler alkışlar ile destek olurken, bizim insanımız ise arabalarından el hareketleri çekiyordu..??! (bizi bekletiyorsunuz gibilerinden..) Bu da bize daha gidileek ne kadar fazla yolumuzun olduğunun göstergesi aslında..Neyse sosyolojik, psikolojik detaylara fazla girmeyeceğiz..

Maalesef yılda bir kez düzenlenen bu organizasyonu kesinlikle kaçırmamak lazım. İnanılmaz bir tecrübe, hele Boğaz Köprüsünün üzerinde yavaş yavaş pedal çevirmek nefis. İstanbul’da yaşadığınızı hatırlıyorsunuz. Yaşınıza cinsiyetinize bakmadan bisiklet alın, ailece bu güzel keyiften mahrum kalmayın. Yarınlar bisikletler ile çok daha güzel olacak. En azından çocuklarımız için..


Mar 30 2011

Rumeli Feneri, Rumeli Feneri Kalesi, Golden Beach


İstanbul Boğazı’nın Karadeniz girişinde karşılıklı iki fener ve adlarını bu fenerden alan yerleşim yerleri bulunmakta; Anadolu Feneri Köyü ve Rumeli Feneri Köyü. Geçtiğimiz senelerde sıkça Anadolu Feneri’ne uğradığımızdan, bu sefer bir farklılık yapıp Rumeli Feneri Köyü ve yakın koylarını gezmeye karar veriyoruz. Hem haftasonunun bir anda ısınan bu güzel güneşli gününü değerlendirmek hem de minicik oğlumuzun temiz bir oksijen almasını sağlamak niyetindeyiz.

Havanın güzelliğinden herkesin de en geç öğlene yollarda olacağını tahmin edip sabah 9.30 gibi yola çıkıyoruz. Malum bebeğiniz varsa, erken uyanıyor ve hayatı hep erken yakalıyorsunuz. Neyseki normal zamanlarda da hep erken güne başladığımızdan bizim için değişen bir şey olmuyor. Göztepe-Rumeli Feneri, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü kullanılırsa 45 dakika sürüyor. Yolda giderken özellikle Sarıyer’den sonrası çok keyifli. Ormanların içinden kıvrıla kıvrıla İstanbul’un son noktasına kadar gidiyorsunuz.

Rumeli Feneri Köyü’ne vardığımızda önce bir dolanıyoruz, ancak erken saat olmasına rağmen heryer araba ile dolmuş, ara sokaklarda bile neredeyse koyacak yer yok. Köyde görülmesi gereken bir kaç nokta var: Hacı Ahmet Ağa Çeşmesi (1771), Saltuk Dede Türbesi (1788), Ramazan Ağa Camii (17.yy). Limana aşağıya doğru devam ediyoruz, orada da kazı çalışmaları var toz toprak.. Yukarıdaki mekanların hepsi sabahları kahvaltı, daha sonra ise balık, köfte..v.s. ne ararsanız mevcut. Ancak bu toz toprak hoşumuza gitmiyor ve yönümüzü köyün diğer tarafında bulunan Cenevizlilerin yaptığı Rumeli Feneri Kalesi‘ne doğru çeviriyoruz.

Kale, Osmanlılar tarafından da bir süre kullanılmış, ancak şu anda bakımsız ve virane. Konumu muhteşem olan kale’de surlar ve kemerler ayakta boğazı gözlemekte. Kemerlere doğru yaklaştığınızda hemen ön tarafta dev kayaların üzerinde olduğunuzu görüyorsunuz. Bu kayalar inanılmaz büyüklükleri ve dalgaların vurması ile çok ihtişamlı gözüküyor. Kalenin bulunduğu alana giriş aslında olmayan bir kapı girişi ile yapılıyor, devlet koruma altına almak istemiş, göstermelik bir kapı  yapmış herkes bu kapıyı açıp giriyor gibi bir izlenim oluştu bizde. Yani giriş serbest :) Hatta bulunduğu arazi motosikletiyle gelen bir kişi tepeler üzerinde vızır vızır zıplaya zıplaya safari yapıyordu. Buradan Rumeli Feneri köyünü farklı bir açı ile görebilir, Karadeniz’e doğru uzun seyirlere dalabilirsiniz.

Öğlen olması ile birlikte aracımıza gidip oğlumuzu doyuruyoruz, yola devam ediyoruz. Solda yeşillikler, sağ tarafta ise denizi alarak ilerliyoruz. Buralarda da çok güzel evler yapılmış. Evler bittiğinde ise yol sahile sıfır iniyor ve kullanılmayan bir plaj gibi alanda buluyoruz kendimizi. Buradaki suyun temizliği ve berraklığı bizi çok keyiflendiriyor. Hemen arkasında bir lüks site yapılmış, yani evler buraya kadar inmiş ancak oturum henüz başlamamış.. Plaj dediysek kumluk değil, taşlık ancak yazın havalar ısındığında burada giren varmıdır denize bilmiyoruz. Tesis falan hiçbirşey yok etrafta. Sandalyeler alınıp güzel keyifli bir sohpet yapılabilir burada diye not alıp, suyla oynadıktan sonra yola devam ediyoruz. Yolun devamı yine aynı güzellikler içerisinde, gezi kitabımızda Rumeli Feneri’nden Demirciköy’e yürüyüş parkurundan bahsediyor.

Bu parkuru bulmak istiyoruz en azından bakıp denemek lazım. Yol bir süre sonra yine sahilde bitiyor ve Golden Beach Club‘a hoş geldiniz yazısı ile karşılaşıyoruz. Yürüyüş parkuru buradan başlıyormuş. Otopark görevlisi ile kısa bir sohpet yapıyoruz. Aracınızı burada park ediyorsunuz, tesislerden yararlanmak isteyenler; kahvaltı, yemek kısmı ile restorantından, ATV motorları ile gezi turlarından ya da çocuklar için oyun parklarından, hatta kalmak için bungalowlarını kullanabiliyor. İstemeyenler ise yine tesis içerisinden geçerek yürüyüş yoluna girip orman ve deniz kenarından yürüyebiliyor. Otopark ücreti 5 tl ödüyoruz ve yürümeye karar veriyoruz. Bebek arabası ile ancak 500 m ilerleyebiliyoruz. Yol daralıyor, hafif kayalık, taşlık olmaya başlıyor ve biz devam edemiyoruz. (Bu yürüyüş yolu kitapta yazdığına göre (ATLAS DERGİSİ – KIŞ ROTALARI ATLASI 2011) 6 km uzunluğunda ve orman içerisine girmeden Karadeniz’e paralel güzel keyifli bir rota)

Akşam üzeri tekrar aynı yol üzerinden temiz oksijen almış olarak evimizin yolunu tutuyoruz. Bu çok uzak olmayan güzel koylar insanı tatil bölgelerinde olduğu gibi dinlendiriyor. Zaten temiz oksijeni alan oğlumuz dönüşte horul horul uyudu.

(Bu arada diyeceksiniz ki hiç acıkmadınız mı? :) dönüşte balık yemek için Ümraniye’de Çırçır Ormanı içerisinde bulunan sıkça adını duyduğumuz Fevzi Hoca’nın Yeri‘ne giriyoruz. Ancak balığın taze olmaması, porsiyonun çok küçük, içerisinin ana baba günü gibi olması, birde servis ve hizmet kalitesinin düşüklüğü burayı sizlere anlatmamızı engelliyor..)


Mar 19 2011

Beykoz Korusu


İstanbul’un yakın ve en temiz oksijen alanlarını keşfe devam ediyoruz.

Bu hafta da Beykoz Korusu’nda güzel havanın tadı nasıl çıkartılır diye bakalım istedik. Malum, bir süredir yakın yerlere gezi yapıyoruz. Aslında bundan da şikayetçi değiliz, çünkü bir vesile oldu ve uzun zamandır ”-Aa şurası neymiş”, ”-Aaaa burası neymiş” dediğimiz yerlere, mekanlara birer birer bakıyoruz..

Beykoz Korusu’nun 2 girişi var. Birincisi sahilden, diğeri ise Riva-Beykoz Yolu diye tabir ettiğimiz arka giriş.. Bildiğimizden değil ama Riva yolu üzerinden geldiğimizden Koru’ya yaklaştığımızdaki sağlı sollu asırlık ağaçların yaptığı şov tam bir görsel sanata dönüşmüş. Cadde o kadar güzel gözüküyor ki, koruya girmeden bu cadde üzerinde bile yürüyüş yapabilirsiniz. Hele güneşin ışık oyunlarını izlemek istiyorsanız akşam üzeri saatleri muhteşem oluyor.

Koru iki kısımdan oluşuyor, ilk kısım mesire alanı gibi oluşturulmuş küçük oyun parklarının da bulunduğu kısım, diğer kısım ise restorantların da olduğu yine oyun parkları ve yürüyüş yollarının olduğu kısım. Aslında iki kısım dememizin nedeni arabanız ile ayrı ayrı girişlerden girmeniz. Yoksa koru içerisindeki yürüyüş yolları birbirne bağlı, sadece araç geçişleri yok. Aslında bu hoşumuza gitmedi de değil. Arabaları ormanın içine, hatta burnunuzun dibine kadar kimse sokamıyor. :)

Koru sık ağaçlı, yemyeşil ve bol yokuşları olan bir araziye sahip. Elde bebek arabası yokuş çıkmak zor olurken, yürüyüş ya da spor yapanlar için iyi bir parkur oluyor. Acıktık ve yemek için 2 farklı alternatifiniz var. Birincisi özel sektöre ait olan restoran işletmesi, diğeri belediyeye ait olan işletme. Biz denememizi Belediye tesislerinden yana kullanıyoruz. Nedense işin içine Belediye girince kalite beklentimizi aşağıya çekiyoruz, yemeklerin geç geleceğini hesabımıza katıyoruz yani çıtamızı yüksek tutmuyoruz sonradan çok üzülmeyelim diye. Ancak yemek kalitesi ile bizi mahcup ediyor ve gözümüz ve karnımız tok biçimde 3kişi için 56 Tl hesap ödeyerek (et yemekleri+büyük salata+içecekler) restorantı terk ediyoruz.

Sahil girişine doğru yürüyüşümüze devam ediyoruz, hatta hızımızı alamayıp Beykoz sahiline iniyoruz, biraz da orada yürüyoruz. Şehrin kornası, arabası bizi burada karşılıyor kısa süre içerisinde tekrar koruya dönüyoruz.

Beykoz korusunda hala şehrin içerisinde olduğunuzu maalesef hissediyorsunuz. Belgrad ormanlarında ise bunun tam tersini yaşıyorsunuz, sanki başka bir şehirde dağın başındasınız. Ancak yinede oksijeni vücudunuza yüklemek, boğaza tepeden bakabilmek birazda kuşları dinlemek istiyorsanız yakın ve keyifli bir yer diye notlarımıza ekliyoruz.

İsyatanlar belediyenin sayfasından da telefon ve iletişim bilgilerine ulaşabilirler: www.ibb.gov.tr/tr-TR/Hizmetler/Sosyal/Tesisler/Pages/BeykozKorusu


Şub 7 2011

Belgrad Ormanı


Sabah uyanıyoruz. Hava güneşli. İçimizi ısıtıyor. Önce odasında mışıl mışıl uyuyan bebeğimize bakıyoruz. Sonra tekrar dışarıya. Havanın iyi olduğuna kanaat geitirip, hemen hazırlığa başlıyoruz evden çıkmak için. Bu seferki yolculuk İstanbul’un artık içinde kalan Belgrad Ormanı.

Sarıyer istikametine doğru giderken Demirciköy tabelasını takip ediyorsunuz. Bir iki mesire alanını geçtikten hemen sonra Belgrad ormanı tabelalarını görerek rahat bir biçimde varıyoruz. Göztepe-Belgrad Ormanı yaklaşık 30 dk. sürüyor. içeri girişte Milli Parklar bilet kesiyor. 9 TL ücret ödeyip bir anda sık ağaçların arasından nefis yeşilliklerin içinden geçerek merkezdeki otopark alanına varıyoruz. Aracınızı burada rahatça park edebilir ve etraftaki yürüyüş-bisiklet parkurlarına katılabilirsiniz ve varsa bisikletinizi mutlaka getirin.. Otopark bol, alanlar devasa. İstediğiniz gibi hareket edebilirsiniz. Ormanın tadına varabilmek için (yazın sıcak havalarda çok kalabalık oluyor) en güzel dönemleri ilkbahar ve sonbahar ayları.. Cafe ve restorantlar mevcut. Her türlü ihtiyacınızı buradan karşılamak mümkün.

Orman içerisinde ”Falih Rıfkı Atay, Kömürcübent, Kurtkemeri, Ayvat Bendi” gibi mesire alanları var. Hemen yanıbaşında ise ”Atatürk Arberatumu, Irmak, Kirazlıbent” gibi mesire alanları mevcut. Yeşilliklere doymak, güzel bir dinlence yapmak istiyorsanız burası tam size göre. Mangal, kahvaltı gibi keyifler de yapabileceğiniz onlarca alan var. :)

Gelelim bize.. :) Önce ormanı aracımızla turluyoruz. Bir nevi keşif gibi.. sağ sol..tepeler in çık.. sonra kendimizi çok daha yukarılarda göletlerin içerisinden ”foşur foşur” geçerken buluyoruz. Geliş amacımızdan saptığımızı fark edip tekrar merkeze dönüyoruz. Hemen bebek arabamızı alıp yaklaşık 1.5 saat yürüyoruz. Dinlendik mi? Hem de nasıl.. Evimizin yolunu tutarken taze oksijen uykumuzu getiriyor. Herkes gelmeli buraya, en çokta bebekli aileler.. :)


May 21 2008

Müzeler Haftası’nda Ayasofya Camii

Müzeler Haftası’nın 19 Mayıs tatiliyle birleşmesini fırsat bilerek bu sefer kendimizi İstanbul’un en muhteşem eserlerinden biri olan Ayasofya’ya attık. Girişlerin ücretsiz olduğu bütün hafta boyunca oldukça yoğun bir kalabalık olacağını tahmin ediyorduk, fakat turnikelerin çalıştırılmamasıyla küçük yoğunluk olsa da akıcılığını sürdürerek 5 dk gibi kısa bir sürede içeriye girmemizi sağladı.

İçeriye girerken açıkçası bu kadar yüksek ve heybetli olduğunu uzaktan görmekten farketmemişiz. İçeriye girer girmez o tarih sizi alıp binlerce yıl öncesine götürüyor. Tarih boyunca bir çok medeniyeti görmüş, olaylara şahit olmuş ve bir o kadar büyük depremler görerek hasar olmadan bugünlere gelmiş olması bile insanın tüylerini diken diken yapıyor.

İlk girişteki ince uzun kısımda bazı tarihi belgeler, bilgiler ve fotoğraflar anlatılarak bilgilendirilmeye çalışılmış. Burayı geçip ikinci alanda ise yine üst katlara çıkan yokuşlara ulaşabiliyorsunuz. Merdiven demiyoruz çünki yapı çok yüksek olduğundan üst kata çıkan insanların yorulmaması için yokuşlar tasarlanmış. Ayrıca bu yokuşlar bir tünel havasında olduğundan oldukça etkileyici. İçeride henüz tadilatlar sürdüğünden Ayasofya Camii’nin tam ortasında en az 6 katlı bina yüksekliğinde iskeleler kurulu vaziyette duruyor. Yapının bu kadar yüksek olması ise başka bir muhteşemlik. Yurdum insanının tüm tarihi eserlerde olduğu gibi burada da büyük bir özenle isimlerini eserlerin üzerine kazıdığını maalesef gözlemliyoruz. Koskoca imparatorlar, padişahlar bile isimlerini yazmakzen bu esere bizim insanımızda bir katkıda bulunmak istiyor heralde diye düşünüyoruz.

Üst katlara çıkıyoruz, tahminimizce 3 katlı bir bina kadar yürüyerek çıkıyoruz. Aşağıdaki insanlar yukarıdan oldukça küçülüyor fakat hala en az çıktığımızın iki katı kadar bir yeklik daha üstümüzde var. Sütunların başlarındaki oymaların nasıl yapıldığını merak ediyoruz o kadar ayrıntılı ki, o muhteşem mozikler, dev boyutlardaki hat yazılarının binlerce yıldır nasıl asılı durduklarını hayretle inceliyoruz. Gerçekten İlber Ortaylı’nın dediği gibi tarihimizi tanımak, ona sahip çıkmak gerekiyor.