Tem 27 2011

Balkan Gezisi 5. Bölüm: ‘Poçiteli, Mostar, Saraybosna’

Dördüncü bölümü kaçıranlar buraya tıklayın :)

Artık Hırvatistan topraklarına veda vakti. Kalan günlerimizi Bosna Hersek topraklarında geçireceğiz. Her zamanki kahvaltı zamanı ile yola koyuluyoruz. Bu güne kadar hava soğur mu, yağmur yağar mı gibi sorularımızın cevabı, gece ve gündüz ‘sıcacık hava’ oldu. Hatta gündüzleri sıcaktan üç aile, onlarca litre su tükettiğimizi söyleyebiliriz. Bakalım Bosna havası bizi nasıl karşılayacak?.. Malum havası kara iklimi. Saraybosna’dan Dubrovnik’e geldiğimiz aynı yolu takip ederek  bu sefer Saraybosnaya doğru yola koyuluyoruz. Gezi rotamız Poçiteli, Mostar ve son durak Saraybosna.

Poçiteli

Aslında enteresan olan şey Bosna Hersek topraklarına girdiğiniz andan itibaren etrafta gördüğünüz minarelerden mi yoksa mimarilerinden mi bilemeyiz, sanki yıllardır buralarda yaşıyormuşuz gibi bir rahatlık geliyor. Hiç bir yabancılık çekmiyoruz. Bursa, İznik dolaylarında geziyormuşuz gibi geliyor. Yüzyıllar boyu aynı kültürü paylaşmanın güzel yanı olsa gerek. Dubrovnikten 2 saat sonra Poçiteli köyü’ne giriş yapıyoruz. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Hersek Eyaletine bağlı olan Poçiteli’nin hemen önünde Neretva nehri kıvrılarak akıyor.

Türk tehdidi yüzünden Hırvat-Macar Kralı şehrin kale haline getirilmesini sağlıyor. Dubrovniklilerin yardımıyla şehir kale halini alıyor (1465). Fakat bir süre sonra Osmanlı İmparatorluğu çok önemli bir stratejik noktaya hakim Poçiteli’ni de topraklarına katıyor. Kale yapısı Türklerin zamanında daha da genişletiliyor, Camisiyle, medresesiyle, hamamıyla, saat kulesiyle bugünkü görünümünü alıyor. Bu topraklarda 415 yıl süren egemenliğimizin en güzel görüntüsünü Cami içerisine girdiğinizde içeride asılı Türk Bayrakları veriyor. İnsanın orada birine sarılası geliyor. Kan çeker dedikleri bu olsa gerek.

Tarihi tarihçilere bırakıp gezi notlarımıza geliyoruz. :) Aracımızı girişteki meydana otopark ücreti ödeyerek bırakıyoruz. Başlıyoruz köyün içerine giden yola girmeye, basamakları çıkmaya.. Zaten dik bir yamaca kurulu olan köy’de yokuş çıkmamak neredeyse imkansız. Kucağımızda bebekler ile en tepedeki kaleye kadar çıkıyoruz ama ne çıkış. Bittik. Daha geziye başlayamadan soluğumuz kesildi. Tepedeki kalenin girişinde UNESCO’nun Kültür Mirası Listesine girdiğini belirten  bir tabela ile karşılaşıyoruz. Tabela önünde dinlenirken hemen karşımızdaki Neretva nehrinin güzelliği bizi büyülüyor, manzara tepeden çok başka güzel.

Kalenin iç kısımları biraz yıkık olsada mimarisi, tarihi dokusu çok güzel. Kalenin bir de kulesi var. Taşları artık kayganlaşmış olan kuleye çıkmak için bebekleri aşağıda bırakıyoruz sırayla. Yabancı yerlerde bir de doktor aramayalım.. :) O sırada arka tarafta bir genç görüyoruz. Tek başına manzaraya bakıyor. Yanına gidip sohpet etmeye çalıştık. 19 yaşındaki Hırvat genci çat pat İngilizce biliyor. Aslında bizde çat pat bildiğimizden çok iyi anlaşıyoruz. :) Savaş zamanında burada olduğu söylüyor başka da bir şey anlatamıyor tüm sorularımıza karşılık. Sonradan anlıyoruz ki kız arkadaşı gelmiş, onunla meşk içerisinde manzara izleyecek. Oradan usulca uzaklaşıyoruz ve kuleye çıkıyoruz.

Kulenin içerisi tüm canlılığını koruyor. Gözetleme amacı ile yapılmış olan kuleden her yeri görebilmek mümkün, tam bir manzara ziyafeti çekiyoruz. En tepedeki kata çıktığımızda bizi Türkiyeden ziyarete gelmiş insanlarımız karşılıyor. Tarihi eserlere isimlerini yazmaya bayılan insanımız, hiç üşenmeden binlerce kilometre ötedeki tarihi eserlere de yazı yazabilme kabiliyetine sahip. Gerçekten kutluyoruz. Buradan çıkıp köyün sokaklarında bir süre dolaşıyoruz. Sokaklar tertemiz, havanın sıcaklığından olsa gerek kimsecikler yok. Aşağıya Camii’ye iniyoruz. Hacı Ali Camisi çok farklı bir mimariye sahip değil ancak birkaç yüzyıl yaşında olduğunu düşününce hayranlık duymamak elde değil. Tam gezerken Camii’nin imamını görüyoruz. Arkadaşlarımızdan bazıları türkçe konuşurken duyuyor. Bizim ‘- Türkiyeden geldik, – Sizinle tanışabilirmiyiz, -Burası ile ilgili soru sarabilirmiyiz?’ gibi basit sorularımıza cevap vermek bir yan aeliyle ‘-yok..yok’ yaparak hızla uzaklaşıyor. Biz anlam veremiyoruz ve aşağıdaki kahveye oturuyoruz. Türk kahvesi kulpsuz fincanda cezve ile ikram ediliyor. Bizden not olarak ‘-Fena değil’i alıyor.

1992-1994 yılları arasında buradaki tüm Osmanlı izleri (Camii, Medrese, Hamam..v.b.) yoğun bombardıma tutuluyor. Ağır hasar veriliyor, ancak UNECSO onarımını ve tadilatlarını savaş sonrasında yapıyor.

Bir iki saatimizi burada geçirdik, öğleden sonra 3 gibi buradan yola çıkıyoruz ve rotamız Mostar.

Mostar

Poçiteli – Mostar arası yaklaşık 1 saat sürüyor. Şehir girişini tabelalar ile takip ettik ancak daha sonra Mostar köprüsünün de olduğu merkeze gitmek için bir iki yere sorduk, kimseler ne Türkçe anlıyor ne de İngilizce.. Anlayacağınız tarzanca ile bulduk. Açık alandaki bir otoparka park ettik aracımızı. Park görevlisi biraz sohpet etti bizimle ve Türkçe biliyorum dedi. Biz de sevindik tabii. Bir anda küfretmeye başladı. Anlaşılan birileri Türkçe diye küfür öğretmiş arkadaşa.. :) Hatta ‘-köprüden birini atlarken fotoğraf çekmek isterseniz uygun fiyata ayarlarım’ diye de ekledi.



Aracımızı park ettiğimizde sırtımızda kalan bir bahçeli ev gözümüze ilişti. Duvarları, panjurları, hatta perdelerine kadar mermi izleri ile dolu. Geçmişte yaşanan kötü bir savaşın izleri.. Hırvatistan’dan sonra Mostar ve Saraybosna gezileri aslında insanın kalbinde bir yara bırakıyor. Her yerde hüzün, savaşın bıraktıkları. Bir çok insan evlerini savaşı unutmamak özellikle yaptırmıyormuş, bir kısmı ise parasızlıktan.


Osmanlı İmparatorluğu fethi ile birlikte buraya ‘Köprü Hisar’ ismini vermişiz. Köprünün her iki yanında bulunan nöbetçilere de ‘Mostari’ denirmiş. Mostar şehrinin adının bu nöbetçilerden geldiği tahmin ediliyormuş. Köprü etrafında yerleşim yapılmış Osmanlı döneminde. Camiisi, pazarı, dükkanları, atölyeleri, evleri.. Bugün hala bu geçerli. Şehrin dokusu muhteşem. Etkileniyoruz ve içimizi hüzün kaplıyor. Savaş döneminde yaşananları hatırlıyoruz, hatta bir hediyelik dükkanın içinde dürekli bir sinevizyon gösterisi yapıılıyor ve o dönem Mostar köprüsünün yıkılışından tutun da bulunduğunuz yerin nasıl bombalandığına kadar izliyorsunuz. Çok acılar yaşamış insanlar. Duygulanıyoruz, gözlerimiz doluyor. Bu da yetmezmiş gibi müslümanların yaşadığı bölgenin tam karşısına dağın tepesine apartman yüksekliğinde km’lerce uzaktan gözükebilecek bir haç işareti yerleştirmişler. Savaş öncesinde beraber yaşayan farklı din, dil ve ırklar savaş sonrasında bıçak gibi kesilmiş ve ayrılmış. Herkes kendi bölgesinde yaşar olmuş. Bu savaş sonrası izlenimleri bırakıp turistik izlenimlere geçiyoruz.. :)

5 dk. yürüme mesafesinde olan tarihi köprümüze doğru ilerliyoruz taş ara sokaklardan. Turist ofisine uğrayıp bilgi almak istiyoruz ancak kapalı, onun yerine biraz daha ileride bir hediyelik eşya dükkanından bilgi alıyoruz. Yürüyerek binalarımızın arasından geçiyoruz, evlerin, dükkanların.. hepsi çok şirin, bakımlı, ve yeniden yapıldıkları için de tertemiz. Köprünün bir başındaki kulede savaş dönemi fotoğraf sergisi vardı ve grupça o sergiyi de görüyoruz. Girişi 6KM (3 Euro).

Köprü üzerinde ve ara sokaklarda geziniyoruz. Dükkanlardaki zanaatkarların fotoğraflarını çekiyoruz, Neretva nehrinde bu soğuk suya rağmen girenleri izliyoruz.. Derken acıkıyoruz.  Bir iki saat sonra hava kararacak bu yüzden yola tok karınla çıkmak lazım. Geleneksel tadlar aradığımızı belirtip bize verilen en iyi adrese giriyoruz ‘Sadrvan’ (Şadırvan). Bahçesi de olan güzel bir mekan. Geleneksel yemek tabağı yapmışlar, siparişlerimizi ondan veriyoruz. Gelen tabakta, yaprak sarması, biber dolması, kebap cici (köfte), pide, yoğurt, pilav ve soslar vardı. Bizim için evdeki yemekten hiçbir farklı yanı olmayan bu güzel yemekleri afiyetle midemize indiriyoruz. :)

Hava kararmak üzereyken yola çıkıyoruz. Yaklaşık 3 saat sürecek olan yolculuğumuzu gece yarısı tamamlıyoruz ve önceden yerlerimizi ayırttığımız ‘Hotel Bosnia’ otelimize yerleşiyoruz. Hepimiz yorulmuşuz, herkes odalarına çekiliyor. Bebekleri de dinlendirme vakti. :)

Saraybosna

Hotel Bosnia, tam bir şehir oteli. Odalar eski görünümlü, kahvaltı kötü ancak otel temiz, güvenli ve şehir merkezinde. Arabanızı bırakıp bir çok yere yürüyerek gidebileceğiniz bir noktada. Gecelik oda fiyatı 85 euro ödedik.

Sabah Sarabosna’da uyanmak çok keyifli. Gece ne kadar serinse de gündüz bir o kadar sıcak oldu. Kahvaltı sonrası şehirde yürüyüşe çıkıyoruz. Otelin bulunduğu noktadan dümdüz ilerlerseniz zaten Başçarşı’ya kadar gidebiliyorsunuz. Görülebilecek bir çok yer de zaten bu hat üzerinde. Binalar, mimariler, şehri saran Miljacka nehri..herşey muhteşem. Yabancılık çekmeden gezilecek noktalarımıza teker teker varıyoruz. İlk karşımıza çıkan yer ‘Sönmeyen Ateş Anıtı’ . İkinci dünya savaşını simgeleyen bir anıt. Hiç durmadan gece gündüz yanıyor. Yürüken sağlı sollu restorantlar ve güzel cafelerin önünden geçiyoruz. Şehir sakin, insanlar sakin amcak şehirde bir hüzün var. Binaların neredeyse birçoğunda bulunan mermi ve bomba izleri içimizi acıtıyor. Birçoğunda şarapnel parçaları savaşın üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen gözüküyor.

Biraz ilerideki meydanda yaşlılar satranç oynuyor, köylüler tazgahlarını açmış organik ürünler satıyor. Aynı hat üzeirnde bir camii, biraz ilerisinde bir kilise görmek farklı inançtaki insanların birarada yaşamasına çok güzel bir örnek teşkil ediyor. Yolun sonunda ise bizi ‘Başçarşı’ karşılıyor. :) Eminönü meydanına gelmişçesine bir kalabalık. Bursa mimarisi.. herşey birarada. Hemen sağımızda ‘Gazi Hüsrevbegov Bezistan’ı. İçeriye giriyoruz alışveriş incik boncuk satılan bir yer haline dönüşmüş. Bir kaç kare fotoğraf çekip tekrar dışarı çıkıyoruz. Gazi Hüsrev Bey Kanuni döneminde Bosna’da uzun süre görev yapımış bir sancak beyi. Gezdiğimiz noktalardan Klis Kalesi’de Split Kalesi’de onun zamanında fethedilmiş. Mezarı şu anda Gazi Hüsrev Bey Camii’nin avlusundaki türbede.

Güzel ara sokaklarda dolanırken kendimizi bir anda Saraybosna Sebili’nde buluyoruz. Osmanlı döneminden kalan sebil gençlerin buluşma noktası olmuş artık. Acıkan karnımızı Seher Lokantasında Cevapcici ile bastırıyoruz. Bosna Hersek topraklarındaki etlerin tümü gerçekten çok lezzetli, bu kadar yeşil topraklardaki hayvanların güzel beslenmesinden midir bilemiyoruz ancak henüz kötü et ile karşılaşmadık. Saat 14.30 gibi yola koyuluyoruz bu sefer ki hedefimiz Tünel (Tunnel) Müzesi. Havaalanının diğer tarafında olan Tünel müzesi savaş zamanında binlerce kişinin hayatının kurtulmasını sağlamış. Köydeki evin sahibi olan teyze daha sonra evinin müze ev olarak kullanılmasına izin vermiş. Şu anda hergün yüzlerce kişinin gezdiği ve görülmesi gereken çok önemli bir nokta.

Sırpların Saraybosna’yı kuşatmasıyla kaçacak ya da sevkiyat yapılacak hiçbir noktanın kalmaması sonucu böyle bir yaratıcı fikir geliştirilmiş. Havaalanı kontrolünün NATO’da olmasıyla Sırpların çembere alamadıkları Saraybosna’da Havaalanının bir tarafından girip, diğer tarafından çıkılan bir 800m uzunluğunda tünel inşa edilmiş. Köy içerisinde bir evin altından girilen aynı şekilde karşıdaki bir binanın altından çıkılan gizli bir geçit. Savaş zamanında silahlardan tutun da, ilkyardım malzemelerine, koyun keçilerden, yaralı insan, yaşlı ve çocukların kurtulması için de ayrı bir önemi olmuş.

Saat 15.00 gibi vardığımızda müze kapalıydı. Kapıda 4 alman turist ve bir de biz vardık. Müze girişinde saat 15.00 e kadar gezilebileceği yazıyordu. Arkada bahçede çamaiır asan evin sahibi teyzeyi görünce Almanların gitmesini bekledik. Aldığımız duyumlara göre Türkiye’den geldiğinizi iletirseniz kapıyı açıyormuş. Teyzeye seslendik ancak ilgilenmedi. Sonra ‘Selamınaleyküm’ diye seslenince geldi. O Boşnakça biz Türkçe, İngilizce ne varsa iletişim kurmaya çalıştık. :) Nuh dedi Peygamber demedi kapıyı açmadı, bizde son kozlarımızı oynadık, Türk Pasaportlarını ve bebeklerimizi gösterdik. O kadar yol geldik dedik, yine de açmadı :) Peki dedik yarın gelelim madem.

Köyün çıkışında yaşlı amcalar duruyordu. Bunlar nasıl olsa savaş dönemini yaşamışlardır diyerek bir sonraki ziyaret noktamız olan Aliya İzzetbegoviç’in mezarını yani şehitliğin yerini soruyoruz. Adamlar bi geriliyor ‘-No No’ gibi hareketler yapıyorlar. Biz daha da anlatmaya çalıştıkça ‘gidin’ gibi hareket yaptılar. İçimizden yahu insan eski başkanlarının ve hatta savaş kahramanlarının yerini bilmez mi ne ayıp diye hayıflandık. Meğer bulunduğumuz bölge Sırp bölgesi, sorduğumuz insanlar da Sırplarmış. Savaş sonrasında barış gelmiş gibi durmuyor, sadece ateşkes yapılmış gibi gözüküyor…

Savaş sonrası Bosna Hersek devletinde kantonlar oluşturulmuş. Her kanton’un kendi yönetimi var ve bunların başkanlarının dışında da en tepede devlet başkanı var. Saraybosna merkezinde bile havaalanının diğer tarafına geçtiğinizde Sırp kantonuna, başka bir yerine geçtiğinizde müslüman bölgeye giriş yapmanız gayet normal.

Saatin de akşam üzerine gelmiş olmasıyla şehitlik gezimizi de yarına bırakıyoruz. Tekrar şehir merkezine geliyor ve şehrin modern yüzü yeni binaları arasında gezniyoruz, bir de alışveriş merkezinden fotoğraf makinamıza kart takviyesi yapıyoruz. Hava kararırken Başçarşı’ya gidiyoruz, bir cafe’de çay içip sohpet ederek akşamı yapıyoruz. Ardından dinlenmek üzere otelimize geçiyoruz.

Sabah ilk iş yürüyüş mesafesindeki bombalanan Pazar Yeri’ne gidiyoruz. Hatırlarsanız Sırplar pazardan alışveriş yapan insanların üzerine havan toplarıyla saldırmış ve silahsız ve sivil onlarca kişiyi Avrupanın gözleri önünde öldürmüşlerdi. Bu Pazar yeri hala asli görevini sürdürüyor. Tek farkı karşı apartmandaki duvarda ölenlerin isimlerinin yazdığı büyükçe bir tabela bulunması. Duygulanıyoruz. Biraz daha devam ediyoruz bu sefer de Sırpların bilinçli olarak bombalarıyla yaktığı tarihi kütüphanesine varıyoruz. Burası hala yıkık ve harap vaziyette çok güzel mesaj veriyor anlayana!. Bu kütüphanede Osmanlı dönemine ait çok sayıda özel eserler, el yazması kitaplar ve yine Osmanlı dönemine ait kayıtlar vardı. Artık hiçbiri yok.

Yolda ilerlemeyerek tam tersi istikamete dönüyoruz, savaşta ölen çocukların anıtı’na varıyoruz. Burası bir park aynı zamanda. Ölen çocukların isimleri silindirlere yazılmış. Hüzün dolu. Henüz 1 yaşına girmemiş bebekler bile var. Ağaçların altlarında Osmanlı dönemine ait mezar taşları var. Her bir köşede onlarca mezar. Bakımsızlar. Yol tarafında ise kaldırımda bir şey dikkatimizi çekiyor.

Bomba düşmüş, şarapnel parçaları yayılmış ve etrafını kırmızı bir şeritle kapamışlar. Bu nedir diye soruyoruz ve cevap çok manidar. Savaş zamanında tüm yokluklara rağmen Boşnak kadınları düşen bombaların verdiği zararı balmumu ile kapatıp ‘-bakın biz ölmedik, hayattayız’ mesajı veriyorlarmış. Şimdi ise yürürken dikkat çekmesi için kırmızı ile etrafını çizmişler.. Yolumuza minibüsümüze binip devam ediyoruz.

Şimdiki rota biraz tepede kalan şehitliğe uğramak. Birer dua etmek. Gideceğimiz şehitlikte Aliya İzzetbegoviç’in de mezarı var. Mezar başında 24 saat saygı nöbeti tutan askerler var. Şehitlikte 1500 kişi yatıyor. Burası gibi birçok şehitlik var. Tertemiz. Bütün mezar taşları bir kişinin elinden çıkmış gibi. Biz oradayken bir yaşlı anne baba oğulları olduğu düşündüğümüz bir mezarı sildiler, çiçekler ektiler, dualar ettiler. O kadar sessiz ve saygı dolu yaptılar ki gözyaşlarımıza hakim olamadık. Şehitlikte 18 yaşındaki bir gencin de 65 yaşındaki bir vatanseverin de mezarı olduğuna şahit olduk.

Yola devam edip biraz daha yukarıya tırmanıyoruz ve ‘Tabya’ denilen bir tarihi kaleye geliyoruz. Ancak manzara dışında pek birşey yok, ne bir bilgi ne bir eser. Sadece duvarlar. Ama şehri çok güzel bir biçimde buradan izleyebilirsiniz. Saatimize bakıyoruz ve geç olmadan ‘Tünel Müzesi’ne gidiyoruz. Malum akşama uçağımız var ve bu sefer kesin görmemiz gerekiyor. :)

Müzeye giriyoruz hemen girişte bir odaya alıyorlar, önce bu evde neler yaşandının cevabını videoda izleyerek hatırlıyoruz. İnsanların kurtuluşlarına tanıklık ediyoruz, mutluluklarına. Askerlerin geçişlerine tanıklık ediyoruz, silahların aktarılışına, zorluklar içerisinde neler başardıklarının bir kanıtı adeta. Oradan çıkıp evin içerisinde müze haline getirilmiş üst kata çıkıyoruz, fotoğraflar, aletler, mektuplar.. Aşağıya tünele giriyoruz. Şu anda tünelin gezi amacıyla 15 metresi açık. Kalan 785 metre kapatılmış. Eğilerek yürümek zorunda olduğunuz daracık bir tünel. Bir süre ilerliyoruz. Gruptan kimse konuşmuyor. Hepimiz ağzımız açık olan biteni izliyor, yaşıyoruz adeta. Kapı girişinde ise yaşananları çok iyi anlatan bir bomba duruyor, betona çarpmış patlamış ve oracıkta kalmış. Çıkıyoruz müzeden. Yaşananları anlayabilmek için en iyi yer bu küçük müze ev aslında. Biraz orman havası almak için ‘Vrelo Bosne’ye gidiyoruz.

Biraz şehir dışında olan bölge tek kelime ile muhteşem. Girişteki kalabalık araba kuyruğundan biraz korktuk ilk başta. Ancak alan o kadar büyük ki kimse kimseye rahatsızlık vermiyor. Şelaleler, sular, ağaçlar resmen bizim yedigöllerin daha düz bir ovadaki hali. Ancak tek kelime ile daha temiz. Bizim insanımız korumayı beceremiyor maalesef kendi ormanlarını. Geziyoruz, yürüyüş yapıyoruz, en çokta acıkmayı seviyoruz. Göl kenarında bulunan restorantta ‘Cevapcici’lerimizi afiyetle mideye indiriyoruz. Hizmet olarak çok zayıflar, örnek vermek gerkirse; çok beğendik köfteleri birer porsiyon daha söyledik garson bize kızdı. Niye ilk başta söylemiyormuşuz diye :) yani hizmet beklentinizi yukarıda tutmayın ancak yemekler çok lezzetli.

Uçağımızı kaçırmamak için bu güzellikten artık ayrılma vakti. Bosna Hersek toprakları bizlerde bir hüzün bıraktı. Her yer o kadar güzel o kadar doğal ki bütün bu güzellikler içerisinde bu savaşlar çok derin izler bırakıyor. Kalbimizi Bosna Hersek’te bırakıyoruz ve daha şimdiden yıllarca aynı kültürü paylaştığımız nereleri görebiliriz diye uçakta konuşmaya başlıyoruz. İstanbul bekle bizi geliyoruz..Bu arada o çok özlediğimiz çay keyfini gece yarısı İstanbul’da eve ulaştığımızda hiç üşenmeden yapıyoruz ;)


Tem 11 2011

Balkan Gezisi 4. Bölüm: ‘Klis, Split, Dubrovnik(2)’

Üçüncü bölümü kaçıranlar buraya tıklayın :)

Otelde yaptığımız güzel kahvaltının ardından otobandan 4 saat sürecek olan yolculuğumuza çok geç olmadan çıkmak istiyoruz. Malum bebekler ile bu yolculuğun 5-6 saate çıkma riski var, bir de hava sıcak araç içerisinde sıcaklık arttıkça bebek huysuzluğu da artıyor. O sebeple vakitli gidip geç saatte dönmek bu gibi yolculuklarda en güzel kural. :)

Otobana ulaşabilmek için sahilden ilerlemeye başlıyoruz. Malum, virajlı diye bahsetmiştik. Yine sınır kontrollerinden geçip kısa bir süre Bosna-Hersek topraklarına girip çıkıyoruz. Bu 15 km uzunluğundaki kısa Bosna Hersek sahili savaş sonrasında Bosna’nın hiç denize açılan kapısının kalmamasıyla anlaşmalar üzerine verilmiş ve böylece Adriyatik denizine açılan bir kapısı olmuş.

Tekrar Hırvatistan topraklarına giriyoruz ilerliyoruz. Karşımıza otoban tabelaları çıkıyor, takip ediyoruz, süre ilerliyor, yine otoban tabelaları çıkıyor.. Yol bi güzelleşiyor bir kötüleşiyor derken köy içlerinden geçmeye başlıyoruz. Neyse uzatmayalım yol bitiyor, toprak yolda ilerlemeye başlıyoruz. Yanlış mı gidiyoruz diyoruz ama yok, hala karşımızda otoban tabelası var sağı gösteriyor. Hay bin kunduz! :) Biz otobana ulaşana kadar zaten iki saat geçiyor. Meğer otobanın bir kısmı yapım aşamasındaymış. Kalan kısım gayet güzel ve düzgün, bundan sonrasını basıp Split’e doğru ileriyoruz.

Ancak Split yolu üzerinde uğrayacağımız bir yer daha var: ‘Klis’ . :)

Klis

Şu anda küçük bir köy ve tarihi kaleden ibaret. 16.YY.’da Osmanlı İmparatorluğu buralara kadar gelmiş ve Klis kalesini almak için uğraş vermişler. Bir kaç defa geri püskürtmüş İmparator Peter Kruzic kaleyi savunmuş ve vermemiş, ne zaman ki imparator ölmüş, kalenin zayıflayan savunmasıyla beraber ele geçirmişiz ve 111 yıl boyunca bizimkiler buraları yönetmişler.

Bizim, arabayla 4 saatte Dubrovnik’ten buraya ulaştığımızı düşününce, tepeden vadiye ve önümüzdeki Split şehrine bakarken binlerce asker, toplar, atlar ile ne kadar zor bir iş başardıklarına tanık olduk. Kale içerisine giriş ücretli yetişkin 10 Kuna, çocuklar 5 kuna. Kendinden bezmiş bir görevli oturuyor kapısında, bilet karşılığında bir kaç dilde basılmış broşür veriyor.

Kalenin, vadilerin arasında Adriyatik ve Split şehrine hakim konumda. Büyük bir kısmı hala güzel ve ayakta kalmış. Restore edilen ve tahminimizce biz oradayken açık olmayan bir de cafe kısmı var. Split’e giderken durup düşünmek ve manzaranın tadını çıkartmak için oldukça güzel bir gezi noktası. Bebekleri beslyeip biraz oksijen aldıktan sonra Split’e olan yolculuğumuz devam ediyor ama artık yokuşu indikten sonra şehre varacağız.

Split

Birkaç gündür unuttuğumuz trafik bizi Split’te karşılıyor. Işıklarda beklemek, şehir kaosu büyük bir yere geldiğimizin ilk belirtileri. Dura kalka ilerlerken nereye gideceğimiz bir anda bilemiyoruz. Aslında navigasyon gösteriyor ancak Polis karakolunu görünce bir de onlara soralım diyoruz, merkez nerededir diye. Hayatımızda konuştuğumuz en uyuz Polis’ti sanırım. Sorumuzun cevabı olarak eliyle sadece ‘-şöyle git!’ işareti yaptı. Ama biz biraz ilerleyip bir de normal insana sorup teyidimizi aldık :)

Bulduğumuz açık ve güzel bir otoparka aracımızı park ettik. Sahile 15 dk. yürüyüş mesafesinde olduğumuzu yürüdükten sonra anladık. Eski sokakların arasından kıvrıla kıvrıla İzmir’in kordon gibi güzel bir düzlüğe çıktık. Bir yanımızda cafeler, diğer yanda deniz. Hemen cafelerin arkası aslında Old City dediğimiz tarihi evler ve kalesi. Bir kaç saat boyunca buradaki güzel sokakları gezdik, şehir büyüklüğünden olsa gerek oldukça kozmopolit insanlardan oluşuyordu. Dilencisinden, öğrencisine, pazarcı esnafından, alkoliğine bir çok kişi görmeniz mümkün. Kale içerisinde gezerken rastladığımız turist ofisine uğrayıp ücretsiz birer harita ve bilgi alıyoruz. Kadın görevli bizim gördüklerimizden farklı birşey söylemiyor ve bizde ona geleneksel tadları nerede alabileceğimizi soruyoruz.

Kadının verdiği 3 adrese de gidiyoruz ancak ilk ikisinin yerine yeller esiyor. 3. Olan Sperun adında bir lokanta. Güzel şirin ve lezzetli gözüküyor. Özel bir balık yemeği sipariş ediyoruz oraya has. Yemek değilde bir nevi çorba gibi geliyor. Balık büyük parça ve kılçıklı olduğundan yemesi zahmetliydi. Ancak oldukça lezzetli ve neredeyse sadece ekmek banarak bile yenilebilecek kadar güzel yemek suyu vardı.

Yemeğimizi yedikten sonra turizm bürosundaki kadının söylediği seyir tepesine doğru gidiyoruz. Ormanla kaplı bu tepede seyir terası gibi bir alan oluşturulmuş ve burada şehre tepeden bakabiliyorsunuz. Aynı zamanda orada bulunan cafelerde manzara eşliğinde birşeyler yiyip içebilirsiniz. Biz havanın serinlemesiyle çayda karar kılıp, kötü birer çay içip akşam 8 gibi geri dönüş yolculuğuna çıkıyoruz.

Split için bu kadar saat yol gelmeye gerek varmı? Aslında çokta yok. Ulaşımın zorluğu, görülecek çok fazla bir detayın olmaması bir daha bizi bu şehre getirmeyecek gibi duruyor.. :)

Gece yarısı otele vardığımızda pestil gibiydi herkes ve özellikle bebekler. Yarını burada yani Dubrovnikte geçirmeye karar veriyoruz.

Dubrovnik (2.bölüm)

Gezimizin başında Dubrovnik’in eski şehrini gezip durmuştuk, bu sefer şehrin yeni kısmını hedef belirliyoruz. Tepenin hemen ardınd kalan şehir merkezi arabayla 15 dk. sürmüyor bile. Güzel yazlık evlerin ve yatların arasından geçerek sezondolayısıyle henüz tam açılmamış plajların olduğu sahile geliyoruz. Deniz tertemiz ve bomboş. Yazın burada deniz oldukça keyifli olacağa benziyor. Zaten sakin olan şehrin bu tarafı daha da sakin :) Cafeler ile dolu bir sokağı var, bizdeki barlar sokağının daha derli toplusu. Güzel mimariler, güzel deniz ve güzel insanların arasından geçerek büyük adalardan birine gitmek için feibot iskelesine yanaşıyoruz. Feribot bileti alacağımız gişe kapalı beklemekten sıkılıp ilerideki başka bir yere soruyoruz ve sezon dolayısıyla günde 1 sefer olduğunu söylüyor bu hayalimizi de çöpe atıyor. Gitsek geri dönemeyeceğiz çünkü. Yaz sezonu ile birlikte oldukça fazla gezi turları, seferler düzenleniyormuş, yazın gideceklerin dikkatine :)

Akşam üzerine doğru, şehirde yapılabilecek son etkinliğimize Teleferik’e geliyoruz. İlk geldiğimizde gece gökyüzünde ışıl ışıl yanan dev bir ‘haç’ görüntüsü dikkatimizi çekmişti. Sabah olduğunda onun dağın tepesinde kocaman bir betonarme yapı olduğunu anladık ve teleferikleri de görünce gezi planımıza almıştık.

Teleferik doldukça yukarıya çıkartıyor görevliler. Enfes bir manzara eşliğinde çıkmaya başlıyorsunuz. Yaklaşık bir 5 dakika gibi çıkış sürüyor. Tüm Adriyatik ayaklarınızın altında küçük bir resim gibi kalıyor. Mutlaka burayı görmeniz lazım. Tepede bir hediyelik eşya dükkanı bir de restoran var. Küçük ve güzel bir yer. Savaştan bu teleferiklerde nasibini almış. Bombalanmış ve düşmüşler. Resimleri ve tekrar yapılışlarının resmedilmesi asansör başındaki çerçevelerde mevcut. Araba ile ulaşmakta mümkün, dağ yollarından geliniyor ama hiç gerek yok çok konforlu ve hızlı biçimde gelinebiliyor.

Şehirde ve hatta Hırvatistanda geçirdiğimiz son gün olması sebebiyle son bir şehir turu atıp, eskiden Kralın sarayı olan yerde yemek yemeye karar veriyoruz. Enfes lezzette biftek tabağı, garnitür olarak ton balığının top top yapılmış hali, patatesler vs. derken masamızdan midemiz ve gözümüz tok olarak ayrılıyoruz. Ortalama aile başı 350 Kuna ücret ödüyoruz. Böyle bir mekan ve yemekler için normal sayılabilecek (hatırlayınız :) 1. kısımda yediğimiz kazık ), gayet memnun kalarak ayrılıyoruz.

Sabah otelden ayrılacağız ve kalan günlerimizi Bosna Hersek topraklarında geçireceğiz. Artık bavulları toplama vakti..


Haz 2 2011

Balkan Gezisi 3. Bölüm: ‘Karadağ- Herceg Novi, Kotor’

İkinci bölümü kaçıranlar buraya tıklayın :)

Ertesi sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra Karadağ’a doğru yola çıkıyoruz. Bugün planımızda  Herceg Novi şehri ve çok övgü alan Kotor şehri var. Yola çıktıktan yaklaşık 1 saat sonra Karadağ Polisi kontrol noktasına ulaşıyoruz, bu ülke için de Türk vatandaşlarından vize istenmediğinden rahatça giriş yapıyoruz. Bu noktadan sonra da yaklaşık yarım saat – 45 dk. daha ilerliyoruz ve Herceg Novi şehrine giriş yapıyoruz. Arabadan inmeden küçük bir tur atıyoruz şehirde ve gözümüze en güvenli gelen otopark’a aracımızı park ediyoruz. Küçük bir şehir olduğu hemen her halinden belli olan Herceg Novi sakinliği, sessizliği ve güzelliği ile bir anda hepimizi büyülüyor.

Şehrin sokaklarında yürüyoruz. Hemen her yapı eski bir biçimde tarihi olarak korunmuş. İşte bu en çok hoşumuza giden nokta. Dubrovnik’ten beri bu şehirlerin hepsinde taş işçiliği oldukça fazla. Sakin her yer, çok az kişi sokaklarda.. Herceg Novi’de eski şehir ve yeni şehir diye ayrılıyor ama buradaki ayrım oldukça küçük. Şehir zaten küçücük. :) Saat kulesinin altından eski şehre giriş yapıyoruz. Yine çok sayıda basamak çıkmak zorunda kalıyoruz elimizde bebek arabaları ile.  Hemen sevimli ve küçük meydanına varıyoruz. Burada bizi eski bir kilise karşılıyor, hemen etraflarında 3-5 cafe mevcut. Cafe’nin birinde kocaman bir şekilde ‘Baklava’ yazması dikkatimizi çekiyor. Görüntü pek bizimkiler kadar çekici değil ancak tarihten bıraktığımız bir iz olduğu kesin. :) Kilisenin hemen yanında ‘Kanli Kula’ tabelasını yakalıyoruz. Aslında uğrama sebeplerimizden biri olan meşhur ‘Kanli Kula’.

Adriyatik denizine olan hakim konumu ve boğaz manzarasıyla kritik bir öneme sahip olan kaleyi Osmanlı İmparatorluğu kanlı savaşlar sonrasında fethediyor. Bu savaş sırasında 2000 kadar askerimiz şehit oluyor. Bu yüzden burasının adı ‘Kanlı Kule’ ama onlar demiş ‘Kanli Kula’. Daha tabelanın orada başlayan ve bitmek bilmeyen merdivenleri bebek arabalarıyla çıkmak eziyet halini alınca iki gruba bölünüyoruz. Bir grup bebekleri bekliyor diğerleri geziyor ve sonra sırayı değiştiriyoruz. :) Kaleye giriş 1 Euro. Adriyatik körfezine tamamen hakim olan kale, normal gezilerin haricinde, kültürel konserlere ve gösterilere de hizmet ediyormuş.

Kanli Kula çok küçük, ama buraya verilen önemi düşündükçe hele hele tepeden manzarasına bakıpta hakim olduğu manzarayı görünce bizimkilerin neden buralara kadar gelip savaşlar verdiğini daha iyi anlıyor insan. İçeride bilet kesen genç görevli bize kalenin tarihini anlatıyor ve kalenin zindanında o dönemki tutsakların elleriyle duvarlara kazıyarak resimler yaptıklarını anlatıyor ve heyecanımızı katlıyor.

Hemen zindanına iniyoruz. Tüylerimiz diken diken oluyor. Hakikaten insanlar duvarlara Osmanlıca yazılar yazmış, gemiler çizmiş, resimler yapmış. Çok etkileniyoruz.

Kaleden çıkınca meydanındaki Portofino adlı cafede çaylarımızı yudumluyoruz. Çayın yanında burada şeker yerine bal da getiriyorlar. Balı kullandığımızda alışık olmadığımız bir lezzete dönüşüyor çay ve mundar oluyor. :)

Eski sokak aralarında yürüyüş yapıp, bol bol turlayarak aracımıza dönüyoruz. Tabi bu arada bebeklerin beslenmesi, alt değişimleri v.s.. olduğu için gezdik, döndük arabaya diye düşünmeyin bir kaç saat sürüyor tümü.. :) Bizim bu şehirde tek yapmadığımız aşağıya deniz kenarına inip orada yürümek oldu. Kotor’a devam edeceğimizden sahil kısmını listeden çıkardık.

Kotor’a doğru yola çıktığımızda bir şey farkettik. Yollar hem virajlı, virajlı olduğu kadar güzel, manzaralı ve muhteşem köylerin içinden geçiyorsunuz. Nerede duracağımızı şaşırdık.  Her bir köy diğerinden güzel. Hele kayıkları için yaptıkları barınaklar sanat eseri, tek tek her kayık için barınak oluşturmuşlar resmen.. Kotor tam bir koy içerisinde kaldığından buranın da denizinde dalga yok. Ama bu kadar hareketsiz denize karşı suların tertemiz olması takdire şayan.

Akşam üzerine doğru Kotor’a giriş yapıyoruz. Büyük bir şehir. Şehri tanımak için yaptığımız arabadan inmeden şehir turunu yapıyoruz. Yat limanı, apartmanlardan oluşan modern binaları, alışveriş merkezleri v.s.. bir şehirde ne ararsanız var. Minibüsümüzü sahildeki otopark’a bırakıp bebekli iniş seramonisinden sonra yürüyüşümüze başlıyoruz. :) Yine eski şehir ve yeni şehir burada da mevcut. Ancak buradaki en büyük fark eski şehrin surları dağların tepelerinde kadar çıkıyor. Eski şehrin ana giriş kapısında turist ofisi duruyordu, biz de bilgi almak için kendilerine danıştık, oldukça sıcak davranan bayan görevli Türkiye ve İstanbul ile ilgili sorularda sorarak bizleri mutlu etti. :) görevli hatta verdiği haritalar üzerinde nerelere gitmemiz gerektiğini ve hatta nerede yemek yememiz gerektiğini bile söyledi. Şehir turumuzu atmak için içeri girdiğimizde bizi bildik bir manzara karşıladı, güzel taş evler, surlar, cafeler, restorantlar.. hava kararana kadar dolaştık, girmedik sokak bırakmadık. En sonunda acıktığımızı hissettiğimizde kadının önerdiği küçük ama şirin bir restoranta gittik. Balık yedik (Fish&Chips+Salata+Kola) ve kesinlikle övgüyü hakediyordu. Toplam 7 masa bulunan restoratta işletmecisi sakin hayata alışmış olacak ki bir anda içeri bebekli 3 aile girince dağıldı biraz. :) ama lezzet, fiyatlar çok iyiyidi.

Bütün bu kadar eski kale içlerini ve oradaki yaşantıyı resmetme ve inceleme şansımız oldu. Tarihi yapıların içlerinde hala insanların yaşıyor olması, hayatlarını sürdürmeleri gerçekten övgüye değerdi. En önemlisi de bu yapılara ne görüntüde ne başka bir şekilde zarar verecek hiçbir şey yoktu. Bilinç mi desek yoksa kültür mü desek? Yani tabelalara bakıyoruz onlar bile kale ile uyumlu, parlayan hoplayan zıplayan hiçbir şey yok. Ne güzel, darısı Türkiye’deki tarihi eserlerin başına..



Dönüş yolculuğumuzda virajlı yollardan tekrar dönmek yerine Kotor’u devam ederek ‘Lepetani’ye kadar gittik ancak akşam olması dolayısıyla sahile sıfır gittik yol kimi zaman daraldı, kimi zaman genişledi artık navigasyonun yalancısıyız diyebileceğimiz tek şey sahilden devam edin :) Oradan arabalı vapur ile karşıya 5 dk.’da geçerek uzun bir yolu kısaltmış olduk. Bunun ücreti ise araç başına 5 Euro’ydu. Gece ulaştığımız otelimizde rahatlamak için istediğimiz çaylar yine çay gibi gelmiyor (lezzeti değiştirilmiş su gibi) ve memleket çayına olan hasretimiz giderek artıyor.. :) Bebekler uyurken bizde yarınki planımızı yapmaya başlıyoruz..


May 30 2011

Balkan Gezisi 2. Bölüm: ‘Dubrovnik’


İlk bölümü kaçıranlar buraya tıklayın :)

Sabah olduğunda odanın perdelerini açıyoruz içeriye ışık girsin diye, bir anda muhteşem bir manzara bizi karşılıyor. ‘-Vaay’ sesleri eşliğinde terasta bir süre manzarayı seyre dalıyoruz. Uçsuz bucaksız bir deniz hafif deniz serinliği sabah erkenden yüzümüze vuruyor taze taze..

Dubrovnik’te şehir Old Town (Eski Şehir) ve New Town (Yeni Şehir) diye iki kısma ayrılmış. Eski şehir denilen kısımda heryerde resmini gördüğünüz meşhur kalesi, içerisindeki tarihi evleri ve sokaklarından oluşan kısım. Aslında tüm hareket ve bereket burada. Bütün güzel cafeler, restoranlar, eğlence yerleri, gezilecek ana yerler v.s..

Yeni şehir ise adından da belli olan şehrin sakinlerinin oturduğu bazen aprtmani bazen müstakil evlerden oluşan, limanıyla, otobüs duraklarıyla, parkları, plajlarıyla şehrin gelişen modern kısmı. Aslında bu iki seçenek her anlamda tatilini burada geçireceklere güzel alternatifler sunuyor.

Otelden çıktığımızda denize paralel yolu takip ederek yürümeye başlıyoruz. Şehir o kadar sakin ki çektiğim fotoğrafta hareket olması amacıyla bir insan, bir araba bekliyoruz ama geçmiyor. Bizde beklemekten sıkılıp deklanşörümüze basıyoruz. Sokaklar tipik Avrupa sokakları, eski binalar çok güzel korunmuş, yollar temiz, herşey düzenli.  15 dakika sürüyor eski şehir merkezine gelmemiz. Turist ofisinden Türkçe baskı bir Dubrovnik kitabı alıyoruz. Zaman zaman gezi sırasında açıp okuyoruz ve çok faydalı oluyor. (50 kuna ödüyoruz kitaba)

Kalenin ‘Pile’ kapısı hemen karşımıza tüm güzelliği ile duruyor. Bir dönem insanların burada yaşadığını bilmek onları hayal ederek ana kapıdan girmek daha bir heyecanlandırıyor bizi. Oldukça zorlu bir tarihi olan Dubrovnik, Osmanlı’nın Balkanlarda yerini güçlendirdikten sonra bir dönem kuşatması altında kalıyor. O dönem için oldukça yüksek bir tutar olan 12.500 düka altını vergi veriyorlar bize. 1667 yılında çok büyük bir deprem geçiriyorlar ve ardından çıkan yangınlarla başetmek zorunda kalıyorlar, bununla beraber çıkan hastalıklar şehrin belini büküyor. En son olarakta 1991-1992 yılında Sırp ve Karadağ saldırıları şehri yıkıyor, yoruyor. En büyük yıkım 6 Aralık 1991 yılında şehre tamı tamına birkaç bin bomba düşüyor. Zaten sokak aralarında rastladığımız bir kaç evin duvarında ‘unutmayacağız’ diye pano yapmışlar ve evin savaş zamanındaki yanmış yıkılmış fotoğraflarını koymuşlar. Bütün bunlara rağmen kısa sürede tüm yaralarını sarmışlar ve Dubrovnikte bu panolar haricinde savaşı hiçbir şey hatırlatmıyor.

Kale’nin içine girdiğimizde hemen karşımıza ‘Büyük Onofrio Çeşmesi’ çıkıyor. O dönem şehre su vermsei için yapılmış bir sanat harikası. Hemen onun karşısında Male Brace Fransisken Kilisesi yine tertemiz korunmuş biçimde. Bu iki eserin ortasından geçen ana sokak ‘Stradun’ olarak geçiyor. İlerlemeye başladıkça sağlı sollu cafeler, restorantlar, hediyelik eşya satan dükkanlar her biri ayrı ayrı güzellikte. Şehrin bu kadar temiz ve estetik olması çok hoşumuza gidiyor. Bu sokak aslında ana merkez konumda. Yani tüm hareket burada ve en güzel cadde. Kalabalık arka sokaklarda git gide azalıyor. Yolun hemen sonunda karşımızda ise Sponza Sarayı binası duruyor. Onun yanında Küçük Onofrio Çeşmesi, Aziz Vlaho Kilisesi ve önünde Orta Çağ Şovalyesi Orlando’nun heykeli buluyor. Aslında gezilecek yerlerin hepsi toplu bir biçimde şehir surlarının içerisinde ve bütün gün burada kalarak eski şehri gezmeniz ve bitirmeniz mümkün.

Biz de bir süre sonra ana caddeden ayrılıp her biri ayrı şirinlikte olan küçük ara sokaklara girip çıkmaya başladık. İnsanların hala bu eski evlerde oturması o kadar güzel bir duygu ki, ve tabiki yaşanılan mekanlar da aynı biçimde bakılıp korunuyor. Sonra bir ara insanların çok güzel gözüken dondurma yediğini farkettik. Önünden geçtiğimiz dondurmacıda bile çok güzel görünüyordu ama öğlen yemeği yiyeceğimizden yemek sonrasına bıraktık bu keyfi.

Kale surlarının bittiği noktada küçük bir limanı var eski şehrin. Tarihte neredeyse ticaretinin önemli bir kısmını denizden sağlayan şehrin korunaklı bir de limanı var. Artık bu liman balıkçı teknelerini değil küçük tekneleri ağırlıyor. Limanın bir köşesinde tekne turları düzenleyen firmaların standlarını görüyoruz ve bilgi almak için birine yanaşıyoruz. Toplam yarım saat sürecek olan turda hemen karşıdaki adanın etrafında tur atıp geri geliyoruz diyor görevli ve bunun için kişi başı 10 Euro talep diyor. Ama gezi rotası hiç içimizi açmadığından bu turu yapmamaya karar veriyoruz.

Şehri turlarken diğer bir dikkatimizi çeken nokta evlerin balkonsuz olmasından dolayı tüm çamaşırların camlarda ipe asılı olmasıydı. Kiminin çorapları, kiminin herşeyi sokakta kurumaya bırakılmıştı. :) Ara sokaklardan birinde küçük bir Pazar kurulmuştu, aslında pazarcık desek daha doğru. Organik bazı ürünlerin satıldığı 8-10 tezgahtan ibaret olan pazarda zeytinyağından, turşuya bir çok şey mevcuttu.

Öğlen yemeği için Tapas restoranını tercih ettik, et yemeklerinin (tavuk ya da dana farketmiyor) 45 kuna olduğu restorantta yine aynı ekibin 315 kuna hesap ödemesiyle dün akşamki büyük hesap dilimize bir anda düşüveriyor.

Şehir turumuzun sonunda girdiğimiz kale kapısında yine sohpet ederken kale surlarına çıkmak istiyoruz erkekler olarak, eşler ve çocuklar gördükleri merdiven karşısında haklı olarak bu geziye katılmak istemiyorlar. :) Bizde hemen bakıp geliyoruz diye ayrılıyoruz yanlarından. Ancak çıkış için 70 kuna (20 TL) kişi başı ücret ödüyoruz. Basamakları çık çık bitmiyor, ama ardından şehri yukarıdan çok güzel bir şekilde izleme fırsatını yakalıyoruz. Haydi biraz yürüyelim diyoruz ve ilerlemeye başlıyoruz, bir yandan fotoğraf çekerken diğer yandan keyifli bir ortaçağ dönemi yaşıyoruz.

Ancak bir süre sonra tek yön tabelaları ile karşılaşıyoruz. Bu kadar gelmişken hadi ilerden çıkarız diyoruz ve maalesef eşlerimizin yanına 1 saat sonra varıyoruz. :) Şehrin surları etrafında tam bir tur atmak zorunda kalıyoruz. Bir iki çıkış ile karşılaşıyoruz ama bu çıkışlar zaten turun yarısını bile geçtükten sonra olduğundan oraları pas geçiyoruz. Şehri gittikçe yükeselen surlardan görmek, kırmızı çatıların renk tonlarının bile aynı olduğu üzerine sohpet etmek istiyorsanız ve vaktiniz varsa, bu kadar uzun bir yol yürümek ayrıca basamak çıkmak beni yormaz diyorsanız kesinlikle önerdiğimiz bir gezi. Otele geri döndüğümüzde artık bacaklarımızı hisettmiyorduk ona göre :) .


May 29 2011

Balkan Gezisi 1. Bölüm: ‘Saraybosna-Dubrovnik’ yolculuğu

Sarajevo International Airport

Sabah 5.30 gibi yola çıkıyoruz. Saat 08.00’de kalkacak olan İstanbul-Saraybosna uçağımıza yetişebilmek için hızlı hızlı hareket ediyoruz. Malum bu sefer dostlarımızla kalabalık ve bebekli ayrıca bir o kadar da mecera dolu bir seyahat olacak.

Balkan gezimizi evet uzun bir süre önce araba ile gideceğimizi söylemiştik sizlere. Ancak Gerek araç triptik belgeleri, sigortaları, Yunanistan vizesi, benzini derken THY’nin indirimli biletine (Gidiş dönüş, 2 yetişkin + 1 bebek 980 TL) denk gelince bir anda tüm program değişiverdi. Uçakla gitmemizin bize yaklaşık 1500 TL daha ucuza geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ekibimiz 3 aileden oluşuyor, 6 yetişkin ve her ailede birer bebek (0-2 yaş)  mevcut. Bebekle gezmek zor diyenleri hissediyor gibi oluyoruz, hayır hiç korkmayın ve gezmeye alıştırın. Tek yapmanız gereken bebeğinize ve kendinize hayatı kolaylaştırmak. :)

Uçuşumuz 1.30 saat sürüyor. Türkiye saati ile 9.30’da inmiş oluyoruz. İnince saatleri 1 saat geriye alıyoruz şaşırmamak için. Havaalanında daha önceden ayarladığımız kiralık minibüsümüz ve şirket yetkilisi Hakan bey karşılıyor bizleri. (New Horizons Rent a Car – Hakan Varan / Gsm: 061 137 700) İsminin Hakan olduğu görünce bir anda Türkçe konuşmak istiyoruz ama nafile. :) Maalesef İngilizce anlaşıyoruz. Ama ‘0’ km ve bebek koltukları olan bir minibüs teslim ediyor ve bize de 8 gün (720 Euro) boyunca tertemiz bu minibüsle gezmek kalıyor. Gelmeden önce bir çok ünlü ünsüz kiralama firmasıyla görüşmeler yaptık, küçük sınıf araçlar hariç (VW Polo-VW Golf sınıfı v.b..) diğer otomobillleri yada herhangi bir vasıtayı ülkeler arasında götüremiyorsunuz. Hakan bey bizim aracımızda problem yaşamazsınız dediği için onu tercih ediyoruz. Aslında yeşil kağıt denilen (Triptik) bir belgenin araçta olması gerekiyor. Bu belge ile aracınız geçiş izni alıyor olay bundan ibaret.

Saraybosna ilk anda bizi sisli-puslu ancak temiz havasıyla karşılıyor. Hemen bavullarımızı bebek arabalarımızı yerleştirip yola koyuluyoruz. Burada yaşayan arkadaşımızda kahvaltımızı yapıp, hasret giderip yola koyulcağız. Hem malum bebekleri beslemek ve yorgunluklarını atmak gerekiyor :) . Araç ilk başta sessiz olsada bir süre sonra çocuk sesleri(!) eşliğinde bir yolculuk başlıyor. Hep sorardık neden bebekli aileler, sadece bebekli aileler ile görüşüyor? İşte burada sorumuzun yanıtını bulduk.. :)

Havaalanı zaten oldukça küçük ve işlemler hiç de uzun sürmüyor. Yola çıkınca ilk anda şaşkınlık, üzüntü ve burukluk kaplıyor içimizi. Binaların birçoğunda mermi izleri, patlamış roketler ve şarapnel parçaları hala rahatlıkla görülüyor. Şehrin nispeten dış kısımları sayılan havaalanı tarafından şehrin merkezine ulaşmamız 10 dk. sürüyor. Nefis bir kahvaltı keyfinden sonra gerekli yol talimatlarını alıyoruz ve yola koyuluyoruz.

Saraybosna – Dubrovnik arası normal şartlarda 4.5 saat sürüyor. Km olarak çok olmasa da hız limitleri oldukça düşük ve yollar çok virajlı. Neredeyse her 10-15 km aralıklarla radar polis kontrolleri var. Hız yaptığınız an cezayı basıyorlar. Bizdeki gibi Polis arabası size bakmıyor, ters şeritte ve karşı tarafta duruyor ama polis elindeki cihazı karşı tarafa tutuyor. Böylece biz sevinirken bir anda çevirmeye giriveriyoruz. :) Bosna polisi Boşnakça bize birşeyler söylerken bizde ingilizce ona birşeyler söylüyoruz. İki tarafta anlaşamayınca kağıdı alıp bize ‘-Neden 100 ile gidiyorsunuz burada 80’ diyor. Bizde önce Türkiye’de ki gibi ‘–bilmiyorduk?’ ayağına yatıyoruz, yemeyince ‘-biz aileyiz’ ,  onu da yemeyince ‘–biz Türk’üz’ diyoruz. Gülümsüyor ve işe yarıyor. :) ceza yemeden bizi bırakıyor. Ceza yediğiniz takdirde evraklarınızı alıp Mostar yabancılar ofisine yolluyormuş, biz de oradan evrakları alıyormuşuz. Yani parayı verdim kurtuldum ile iş bitmiyor. Belki de 3-5 saatlik bir maceradan kurtulmuş olduk. Bu yüzden siz siz olun kurallara uyun.

Sınır geçişlerinde pasaportlara ve araç belgelerine bakıyorlar, neden gittiğimizi soruyorlar ve damga basıp yolluyorlar. Bu sebeple stres olacak sıkıntı yapacak hiçbirşey yok. Hatta birçoğu bebekleri görünce soru sormuyor bile.. En keyifli an ise vizesiz yapılan yolculukların ne kadar güzel olduğunu anlamak oldu. İnşallah vizesiz dünyanın heryerine gitmek bir gün gerçekleşir..

Bitmek bilmeyen virajlar, ortalama 80 km hız neticesinde bebekler sıkılıyor ve huzursuzlanıyorlar. Sürekli mola vererek onları rahatlatmaya çalışıyoruz. Neyse uzatmayalım 6.30 saat sürüyor yolculuğumuz. :) Yanımıza iyiki Türkiye’de evde yaptığımız kek ve poğaçaları almışız yoksa yolculuk bitmezdi..

Otele (Rixos) vardığımızda hava kararmıştı. Odalarımıza yerleştik. Ölü sezon olması dolayısıyla oldukça iyi bir fiyata aile odası satın aldık (Günlük oda fiyatı 80 Euro, Kahvaltı dahil). Odalar çok güzel, temiz ve özellikle bebekli aileler için oldukça rahat. Otelin konumu, manzarası muhteşem. Yürüyerek 15 dk. içinde Dubrovnik merkezinde oluyorsunuz. Resepsiyonda 100 Euro bozduruyoruz ve yaklaşık 714 Kuna geri veriyor görevli. Bizim paramız değerli burada 1 TL= 3.5 Kuna.

Hepimiz acıktık ve akşam yemeği için merkeze iniyoruz aracımızla. Henüz keşif yapamadığımızdan tarihi kaleye bilmeden üst kısımdan giriyoruz ve bebek arabasını yüzlerce basamak elimizde indirmek ve dönüşte de çıkarmak zorunda kalıyoruz. Turistik bir yer ve saatin henüz 20.30 olmasına rağmen birçok yer kapanmış açık olan yerler ise pub gibi ya da ‘cıstak’ müzikli yerler. Bebekler için sakin bir yer bakınıyoruz. Bir yer gözümüze geliyor ve yemeğe karar veriyoruz. 6 kişi yiyip içiyoruz (ana yemekler) 814 Kuna hesap ödüyoruz. Böylece ilk ve son kazığımızı yemiş bulunuyoruz. :) Neyse ki yemekler güzeldi. Deniz ürünleri oldukça fazla. Yemek sonrası dinlenmek üzere tekrar otelimize dönüyoruz.