Doğu Karadeniz Gezisi 1. Bölüm: Trabzon, Atatürk Köşkü, Ayasofya Müzesi, Sümela Manastırı, Hamsiköy, Uzungöl, Cevdet Sunay Müzesi
Saat sabah 05.45, İstanbul Atatürk Havalimanındayız. 1 saat 15 dk. sonra kalkacak olan Trabzon uçağımıza yetişmek üzere erkenden geldik. Ramazan bayramının hemen ertesinde yapmayı planladığımız Doğu Karadeniz turumuz bir saat sonra başlayacak, hala biz havaalanında «ay onuda yaparız, ay şunuda yaparız» diye planlarımızın rotamızın altını üstüne getiriyoruz. :) Muhteşem bir heyecan. Üstelik vaktimiz de var. Yaklaşık 12 gün boyunca dere tepe düz gidip her yeri tanıyacağız, bakacağız ve fotoğraflayacağız.
Tur programızı bölgede yaşayan arkadaşlarımıza yollayıp son onayımızı aldıktan sonra netleştirdik. Planlamamızda Trabzon, Rize, Artvin, Kars ve Erzurum, yine dönüş Trabzon’a iken, yazı dizimizde anlatacağımız gelişmeler ile Trabzon, Rize, Artvin, Ordu, Giresun ve yine dönüş Trabzon olarak gerçekleşti. Gezi öncesi yaptığımız tüm araştırmalarda Eylül ayı Doğu Karadeniz için en güzel mevsim gösteriliyor. Açıkçası bir hafta boyunca gündüzleri maks.26 min. 8 dereceyi biz gördük. Neredeyse bir kaç mevsimi birden yaşadık. Yanınıza alacağınız, yağmurluk, panço, şemsiye gibi yardımcılar size hiç bir zorluk çıkartmadan güzel bir gezi yapmanızı sağlıyor. Ama bunlar yanınızda mutlaka bulunsun. Yoksa kendinizi tişört ile gezerken bir anda, yoğun, göz gözü görmeyen bir yağmurun içinde bulmanız an meselesi. :)
Trabzon havaalanına saat 8.45’de iniş yapıyoruz. Tabiki yağmur yağmış her yer sırılsıklam. Macera başlıyor. Trabzon havaalanı yeni yapılmış gibi tertemiz karşılıyor bizi. Küçük ve güzel bir havaalanı. Bavullarımızı alıp hemen soluğu daha önce de aramış olduğumuz araç kiralama şirketinde alıyoruz. Konuşuyoruz, araç yok. Yaşasın. Diğer tüm firmalara soruyoruz, hiçbirinde araç kalmamış. Tek tük, değişik araçlar teklif ediyorlar istemiyoruz. Hem fiyatlar yüksek, hem araçlar eski. 5 TL karşılığında Havaş servisi ile 15 dk sonra şehir içindeyiz. Meydan denilen yerde indiriyor bizi Havaş şöförü, kendisine tanıdık bir araç kiralama şirketi varmı diye soruyoruz, hemen yardımcı oluyor :) bir kaç kişiyi telefonla arıyor, çok uygun fiyatlar verirler, ilgilenirler diyor ve bizi firmanın yanında indiriyor. «Şimdi sizi gelip alacak. Bekleyin burada..» Bekliyoruz. 3-5 dk. derken bir bayan geliyor. Gözler kırmızı, belli ki uyandırmışız. :) Oturup konuşuyoruz, Peugeot 206 var diyor, günlük 120 lira..Şaka gibi. Her yerde dizel arabalara 80 lira verirlerken benzinli eski bir araca bu fiyatı istiyor, bizde açık açık söylüyoruz, yahu böyle böyle fiyatlar bunlar, biz size tanıdık vasıtasıyla geldik v.s..yok..bir anda 50 lira inip peki size 70 olur diyor..kabul etmiyoruz, çünkü bir «turist bunlar» durumu oluşuyor.
Neyse lafı uzatmayalım, en sonunda Ensar oto kiralamayı buluyoruz, buraya da öneri üzerine geliyoruz. Çıkıp konuşuşoruz, 2009 Fiat Linea Dizel için günlük 65 liraya anlaşıyoruz, taa ki şirketin sahibi içeri girene kadar. Önce ehliyetimizi alıyor bakıyorr..bakıyor..bakıyor..Sanırsınız ki Emniyette kimlik sorgusunda sahte mi değil mi diye bakıyor. Sonra müşteri olduğumuzu unutup «senin ehliyet 2007 de alınmış!» diyor. «yani?» Acemi misin demeye getirecekken, «2007 değil 1997» yazıyor orada diyorum. «Hmm. Tamam!» Sonra acentadaki görevlinin verdiği rakam için, o fiyata olmaz araba diyor, yahu sen dedin o fiyatı, ben vermedim diye bir yığın gereksiz konuşma yapıyoruz, 10 dk. bunun üzerine konuşuyoruz, ortam geriliyor, en son önümüze çekmeceden senet çıkartıyor. Boş senet. İmza atarsan kiralarsın. Bizde vazgeçiyoruz, o an neyse kredi kartı bilgilerini verin tamam diyor. Ama araç akşam üzeri 17.00 de gelecek. Neyse olsun diyoruz. Biraz da zorunlu kalıyoruz. Çünki başka araba yok koca şehirde. Akşam üzeri arabayı almaya gittiğimizde kira sözleşmesi yapıyoruz, imzaları atıyoruz, sonrasında diyor ki, abi kaza yaparsan amcamın arabası dersin kiralık olduğunu söyleme.. «Haydaa..yahu sigortası var demiştin!.» «Var ama kiralık sigortası değil.» Arabaya bir bakıyoruz pencereden Peugeot 307, 2006 model. «Ee Fiat? 2009» «ee ona ulaşamadık, bunu getirdik». Arabanın tabiri caiz ise her yeri tıkırdıyor ve dökülüyor. Silecek suyu bile çalışmıyordu. Tabiki biz bunları yola çıktığımızda farkettik. Lastikler bile perişan durumdaydı, hatta hayati tehlike yaratacak kadar aşınmış durumdaydı, yağmurlu havalarda 70 km hızı geçemedik, araç kaymaya başlıyordu. Bizim şanssızlığımız bayramın hemen ertesinde olduğundan kiralayacak araç bulamamamızdı. Bu yüzden siz siz olun kurumsal yerler ile kiralama yapın, evet biraz daha pahalı ancak düzgün ve seviyeli bir iletişim kuruyorlar.
Aracı alacağımız saate kadar bari Trabzon Ayasofya müzesini ve Atatürk Köşkünü gezi sırasından çıkartalım diyoruz. Bir gece kalacağımızdan Özel Meydan Aile pansiyonu (25 TL kişi başı/ kahvaltı yok) adında bir yerde oda buluyoruz. Hem öğretmen evi hem hem polisevinde yer kalmadığını öğrendiğimizde iki yerdeki görevliler bize burayı önermişlerdi. Bavulları bırakıyoruz odaya. Odalarda hiçbirşey yok. Iki yatak, bir masa bir de dolap var. Burada akşam 23.00’de fatura istediğimiz için pansiyon sahibi «size parunuzu vereyum, cidun paşka yerde kalun da!» diyecek kadar tok bir esnaftı. :)
Minibüse biniyoruz meydandan. Meydanın kalabalığı aynı Taksim gibi. Yoğun, keşmekeş, karman çorman. Minibüse biniyoruz ancak; oradan haraket etmesi 15 dk.yı buluyor kalabalıktan ve müşteri beklemekten. Bu arada birde trafik kitlendiği için tam bir başağrısı. Yola çıktığında anlıyoruz ki, minibüs ile 1 saatte geldiğimiz Ayasofya’ya yürüyerek 30-40 dk. da ulaşbilirmişiz :) Ne kadar Ayasofya diyoruz, 2.5 TL diyor. 5 lira veriyoruz. Para üstü beklemiyoruz, o da vermiyor; zaten 2.5 diye mantık kuruyoruz. Bu arada bizden başka yolcu da yok. Dönüş yolunda yine aynı güzergah dolmuşuna bindiğimizde şöförün bize para üstü vermesiyle anlıyoruz ki, ilk minibüs bizi tırtıklamış.. iki kişi 2.5 liraymış. Trabzon yordu bizi bir anda. Bir gün içerisinde esnafından yorulduk..Bunlar izlenimlerimizdi..neyse biraz da şehri anlatalım.. :)
Ayasofya Kilisesi
Yapı itibariyle oldukça estetik 1200’lü yıllarda yapılan bu kilise, Fatih Sultan Mehmed’in fethi (1461) ile camiye dönüştürülmüş. Denize yüksekten bakan konumuyla oldukça güzel manzara sunan bu tarihi yapıda, duvarlarda Adem ile Havva’nın yaratılışı ile ilgili bir çok figür resmedilmiş. Müzeye giriş paralı, ancak müze kartımız ile bir ücretsiz giriş yapıyoruz. Eğer ilginize çekerse Yazar/Rehber İsmail Köse’nin buradaki (ve Sümela ile ilgili) tüm kabartmalar ve resimler ile ilgili dökümantasyon incelemesi de kitap halinde Türkçe İngilizce olarak basılmış olarak edinebilirsiniz. (4000 Yıllık Mirasın Kutsal İzleri/İsmail Köse 2009)
Bir sonraki durağımız olan Atatürk Köşkü’ne gidiş eğer arabanız yok ise ancak otobüs ile oluyor. Meydan’dan kalkan her yarım saatte bir otobüslerle 20-30 dk. yolculuk yaparak buraya ulaşmanız mümkün. Giriş 1 TL. Müze kart geçmiyor. Köşkün mimarisi muhteşem, hiç ummadığımız kadar bakımlı, temiz.. Bahçesi botanik bahçesi gibi. İçerisindeki eşyaların bir çoğu korunmuş. Kesinlikle görmeniz gereken güzellikte tarihi bir köşk burası. Biz köşke girerken cep telefonuyla konuşan görevli, 20 dk. sonra biz köşkten çıkarken hala telefon ile konuşuyordu, sonra telefonu kapadı ve resim çekmek yasak dedi. Bizde zaten çıkıyor olduğumuz için peki dedik :) . Ama o gelen misafirleri görmediği için sadece biz değil bizim gibi içeriyi gezen herkes alenen gizli saklı olmadan fotoğraf çekiyordu zaten. İçeride fotoğraf çekmek yasak, bilginize. :)
Şehre döndüğümüzde karnımız acıkıyor ve meşhur karadeniz pidesini nerede yiyelim diye birbirimize bakarken, belediye binasının hemen yanında zabıta görüyoruz, ona soruyoruz. Meydan’da Ertuğrul Pide salonu’nu söylüyor. Önünden bir iki kez geçtiğimiz bu pide salonunu biz fırın zannedip girmemiştik. Çünki önden baktığınızda fırın gibi duruyor, ancak içer geçip üst kata çıktığınızda lokantası ile karşılaşıyorsunuz. Denemek için sipariş ettiğimiz «Kapalı/Kıymalı» «Açık/Peynirli» pideleri bekliyoruz, hemen geliyor, sıcacık, peyniri erimiş, kıymalının üzeri enfes tereyağlı. Bunlar pide ise biz daha bugüne kadar başka birşey yemişiz İstanbulda. Böyle bir muhteşem lezzet yok, kenarlarındaki kalın kısımları kopartıp kaşık gibi pidenin ortasına banarak yediğiniz enfes bir lezzet buradaki pideler. Biz ilk defa yediğimiz için önce insanları izledik nasıl yiyorlar, sonra biz saldırdık :) . Afiyetle yediğimiz bu iki pide ve iki ayran için 15 TL ödüyoruz, pahalı demeyin hem ebat hem lezzet kocaman!
Yola çıkmadan önce Trabzon Turizm Bürosuna uğruyoruz. Hem bölgesel bir harita almak, biraz Trabzon ile ilgili bilgilenmek, aynı zamanda rotamızı paylaşmak, varsa önerileri almak için. İçeri girer girmez enformasyon memuru Sn.Yahya Saka bey bizimle oldukça ilgili ve kibar bir biçimde bilgilerini paylaştı, harita üzerinde tek tek çizerek anlattı. Bu yüzden kendisine çok teşekkür ediyoruz. Eğer vaktiniz varsa, mutlaka uğrayıp bölge ile ilgili kafanızdaki soruların cevaplarını burada bulabilirsiniz.
İlk geceyi Trabzon’da geçirip, yarın sabah Maçka, Çoşandere üzerinden Sümela Manastırı’na doğru yola çıkıyoruz.
Sümela Manastırı
Sabah Maçka üzerinden Çoşandere Dere’sine paralel yolu takip ederek Çoşandere Tesislerine geliyoruz. Burası hem yöresel lezzetleri bulabileceğiniz, hem de Sümela Manastırı’na giderken durup bir mola verebileceğiniz güzel bir tesis. Kahvaltımızı yapıyoruz. Bir kişilik kahvaltının bolluğunu görünce, sadece ek olarak Mıhlama sipariş ediyoruz. Burada Rize tarafından farklı olarak Mısır unundan yaptıkları mıhlama, ekmeği bandırarak neredeyse size 1 ekmek yedirtecek kadar lezzetli ve bu kahvaltı bizi akşama kadar tuttu, o derece.. :) Çayı, 1 kişilik kahvaltı (reçeller, bal, peynirler, yumurta, tereyağı, domates, salatalık..) ve mıhlama için 16 tl ödüyoruz. Kesinlikle lezzeti şahane, mutlaka uğrayın. Servis yapan elemanların hepsinin bayan ve Türkmen gibi çekik gözlü olması dikkatimizi çekti. Daha sonradan öğrendik ki, çalışanlar ucuza Türk Cumhuriyetlerinden geliyormuş..
Hava nefis güneşli, yollar enfes. Her yanınızdan fışkıran sular ve derelerin şarıltısı ile birlikte ilerliyorsunuz. Sümela Manastırına kadar giden yol asfalt ve bol virajlı. Virajlarda zaman zaman yol daralıyor ve genişliyor, hatta bir bakıyorsunuz şarış şarıl bir şelale akmış, yolu göle çevirmiş.. Trabzon’dan Sümela Manastırı toplam 47 km uzunluğunda. Karadenizin yeşil doğası o kadar etkileyici duruyor ki, dağ yollarında yeşilliklerden gökyüzünü göremiyorsunuz bile. Bir çok kayanın arasından fışkıran küçük küçük şelaleri çekmekten bir süre sonra vazgeçiyoruz, normal gelmeye başlıyor, onlarca, yüzlerce neredeyse binlerce var bu güzelliklerden..
Manastıra vardığımızda araçları parkedebilmek için bir alan yapılmış, ücretsiz olarak aracınızı bırakıp, kalan kısmı patikalardan ilerleyerek geçebiliyorsunuz. Yürüme yolu yaklaşık 15 dk. sürüyor. Yükseklik en etkileyici manzaralarından birini sunuyor bize, yer gök birbirini tamamlıyor, kartal bile tepemizden uçarak buraların aslında ne kadar yüksek olduğunu hatırlatıyor. Patika yol üzerindeki ağaçların kökleri de inanılmaz, artık topraktan çıkmış, korku filmlerindeki sahneler gibi ihtişamlı ve birer sanat eseri gibi karmaşık duruyorlar. Bizi küçük bir yıkıntı karşılıyor.
Kilise olduğunu tahmin ettiğimiz yapı küçük ve sanki koruma amaçlı yapılmış, gelenleri Manastıra haber etmek için.? Bu arada harabenin içine giriyoruz, duvarlarda tüm isimler itina ile kazınmış. «Ayşe, Ali, 80/4 tertip, Aşığım..» Hiç kaçarı yok, biliyorsunuz affetmeyiz.. Yapmasalardı kardeşim buraya tarihi eser.. Bu arada bir aile de geliyor küçük harabeyi görmeye, sonra babaları ağaçtaki değişik çiçekleri görüp koca dalı kırıp alıyor eline, biz «bu ne çiçeği» diyoruz, belli ki önemli bir çiçek? Adam «bilmiyorum?» diyor. Sonra dalı elinde tutmaktan sıkılıp fırlatıyor. Madem bilmiyordun niye kırdın?, kırdın madem niye attın? Küçük çocuğu da babasını izleyip gelecekte bu haraketleri tekrarlamak için zihnine kaydediyor..Neyse..
Yolun sonunda 8 tl olan bilet, bizim Müze Kartları ile yine bedava olarak gerçekleşiyor. Birçok kısımdan oluşan manastır henüz restorasyon devam ettiğinden sadece belli bir kısmını gezmemize olanak verdi. Binlerce yıllık Manastır’ın sadece öğrencilerinin kaldığı ahşap evlerden oluşan kısmı, yaşadığı yangın felaketinden sonra günümüze gelememiş. Yeni yapılan restorasyon bölgeleri, bildiğiniz sıvadan oluşuyor, beyaz sıva!.. Kalan orjinal kısımların güzelliğini görmeniz lazım. Küçük odalar, her biri inanılmaz bir vadiye bakıyor, yükseklik korkutucu ve etkileyici. Pencereden kafanızı uzatıp bakmanız lazım. Daha da ötesi buralara binlerce yıl önce nasıl getirdin o taşları, inşaat malzemelerini de yaptın bu Manastırı.? İnsanın aklı almıyor.
Bir güvenlik görevlisi var. Onunla sohbet ediyoruz, çünki binlerce yıllık resimlerin üzerleri bu sefer sadece Türkçe isimlerden değil, ABD’li, Yunanlı, Rus, İngiliz..gibi birçok milletten isimler ile kazınmış. Kendisi 1990’lara kadar buraların korunmasız olduğunu anlatıyor. Gelenin duvarlardaki resimleri söküp götürdüğünü, tahrip ettiğini ve zarar verdiğini söylüyor. Özellikle Trabzon’da ABD’lilerin üssü varken ABD’li askerlerin ülkelerine dönmeden önce gelip buradaki duvar resimlerini söküp ülkelerine götürdüklerinden bahsediyor. Peki gerekli bakanlığımız neden önlem almak için bu kadar önemli bir yapıyı 1990 ‘lara kadar kimsesiz, sahipsiz bırakmış o da ayrı bir üzüntü konusu..Duvardaki neredeyse hiçbir insan motifinin yüzü yok, sökülmüş. Sadece elleriyle ulaşamadıkları yüksek yerler kalmış. Enteresan olarak fresklerin katman katman oluşumunu görebiliyorsunuz. Binlerce yıl önce burada yaşayanlar dönem dönem eskilerinin üstüne yeni resimler yaparak ortamı değiştirmişler. Gezimizi bitirip, aracımızın yanına giderken, girişte hemen sağda mısır, fındık satan tezgahtan taze mısır alıyoruz. İnsan temiz oksijeni alınca sürekli acıkıyor burada :)
Hamsiköy, Zigana geçidi
Maçkaya tekrar geri dönüyor ve oradan Hamsiköy’e doğru ilerliyoruz. (Bu arada hatırlatalım, Karadeniz gezimiz boyunca yollar virajlı demeyeceğiz, çünki virajsız yol yok denecek kadar az. :) Sonra demedi demeyin..) Hamsiköy Sütlaç’ı ile meşhur. Hep ismini duyuyoruz, merak işte, geldik yiyelim.
Köyde güzel manzara haricinde pek görülecek birşey yok. Açık olan tek bir lokantada sütlaç siparişi veriyoruz. Köyün yerlisi amcamız metal kapta (buranın sütlaçının özelliği kiremitte değil metal kapta olması, üstü de yanık olmayacak..) sütlaçı getiriyor. Belki de yediğimiz en kötü sütlaç. Üstü bile kurumuş. Tatsız, tuzsuz birşey. Birde tanesi 4 TL. Sütlacımızı yedikten sonra, buraya kadar gelmişiz yıllar önce ortaokulda öğrendiğimiz meşhur Zigana geçidini görmeden dönmeyelim diyoruz.
Geldiğimiz yoldan değil, dağ yollarından yeni yapılan Zigana yolunu görerek (aşağıda kalıyor yer yer) köylerin arasından geçerek devam ettiğinizde, yol sizi tekrar o aşağıdaki Gümüşhane yoluna bağlıyor. Bu yoldan da bir 15 dk. devam ettiğinizde işte karşınızda Zigana geçidi! Sen neymişsin diyoruz hemen tabelasına bakıyoruz, 1820m yüksekliteyiz ve tünelin toplam uzunluğu 1702m. Yeni yapılan tünellerden sonra (örn. Bolu Tüneli) fındık tünel olarakta adlandırabileceğimiz tünelden bir giriyor, birde çıkıyoruz. Hem Gümüşhane tarafında soluk alıyoruz, hem Trabzon tarafında. :) Şimdi rotamızı Uzungöl’e doğru çeviriyoruz.
Uzungöl
Zigana geçidinden Trabzon’a oradan da Sürmene, Of ve Çaykara üzerinden gidilerek ulaştığımız Uzungöl’e 1.5 saat sonra varıyoruz. Of ilçesinden Uzungöl yoluna saptığımız andan itibaren yolun bir kısmında yanyana Çay fabrikaları görmeye başlıyoruz. Yolun ilk bir kaç km’sinde asfaltlama çalışmaları olduğundan bozuktu, ancak geri kalan kısmı neredeyse kaymak gibi. Yolda devam ederken hemen yanımızda bir köprü gördük. Çelik halat ile gerilmiş, siz yürüdükçe sallanan keyifli bir köprü. :) Biraz tedirginlik veriyor insana ancak insanların sallanması için koşarak bu köprüden geçmeleri bize keyifli dakikalar yaşatıyor. Hemen gidip bizde sallıyoruz köprüyü :)
Yol boyunca bize eşlik eden derenin üzerinde oldukça sık Osmanlı dönemine ait köprüler ile karşılaşıyoruz. Köprülerin herbiri hem birbirinden farklı hem de oldukça zarif duruyor o gürül gürül akan suların üstünde. Tabiki hepsinde durmanız gerekmiyor ancak anıtsal eser statüsünde bulunan «Hapsiyaş Köprüsü»nü görmenizi ve bir hatıra fotoğrafı çektirmenizi öneririz. Uzungöl’e girerken artık hava kararmaz üzereydi. Araba ile bir tur atıp hemen nerede kalabileceğimizi araştırıyoruz. Bir iki otel gezdikten sonra, fiyat kalite endeksimize en uygun yer olarak Sezginler Otel’e yerleşiyoruz. İki kişi kahvaltı dahil 70 TL ödediğimiz otelde odalar güzeldi ancak akşam yemeği (24 TL, iki kişi, köfte, balık, kola, salata), kahvaltı ve hizmet için aynı şeyi söyleyemeyeceğiz. Birde şansımıza gayet ağırbaşlı bir garson bizimle ilgilenince, kahvaltıya başlarken «bal, ne balı?» sorumuza bile kahvaltı sonunda tekrar ederek ulaşabildik. :) Hava kararmadan konaklama ile ilgilendiğimizden Uzungöl gezimizi sabah gündüz gözüyle yapmaya karar verdik. Küçük bir akşam yürüyüşü ve ciğerlere çekilen temiz hava o akşamımızı bitirdik. Bu arada yürüyüş sırasında dikkatimizi çeken başka bir nokta ise Uzungöl’de çok fazla arap turistin olmasıydı.
Sabah ola hayrola! Gürül gürül akan suların sesiyle uyanmak ne kadar güzel bir duygu. Pencereyi açıyor ve odaya taze, soğuk havayı dolduruyoruz. Hava güneşli. Otelden çıkışımızı yapıyor ve çevreyi tanımaya başlıyoruz. İlk karşılaşma greyderler ve iş makinaları ile oluyor. Allah Allah bunlar ne derken, gölün çevresine, işçileri duvar örerken görüyoruz. Resme genel baktığımızda, gölün kenarının yarısına duvar örüldüğünü şaşkınlık ve hayret içerisinde izliyoruz. Burası Uzungöl değil, Uzunhavuz olmuş? Bu kadar çiğ bir görüntü olamaz. Al bir cahil adamı koltuğa oturt, burayı duvarla örelim demez. Hangi mantığa sığıyor bu anlamak mümkün değil. Tüylerimiz diken diken oluyor. İşin garibi, o kadar şantiyeye dönmüş ki burası kamyonlar ve toz dumandan bir an önce kaçmaya çalışıyorsunuz. Yazık gerçekten çok yazık. Gölün bitişini göz göre göre ellerimizle yapıyoruz ve buna kimse mani olamıyor. Hiçbir havası, doğallığı kalmamış. Yani Uzungöl’ü artık görmeseniz çok birşey kaybetmiş sayılmazsınız! Bak yine tüylerimiz diken diken oldu. Sinirimiz kalktı! :)
Nereden en iyi fotoğraf çekeriz diye yaşlı bir amcaya soruyoruz, o da bize manzara tepesinden çekebilirsiniz diye dağları gösteriyor. O dağlara doğru tırmanmaya başlıyoruz araba ile, yol oldukça bozuk. Zaten bir kaç km ilerleyip çok gitmeden tekrar dönüyoruz. Bu dağ yolu dediklerine göre Bayburt’a kadar gidiyormuş. Artık dönüş vakti, aşağıya inip, Rize yollarına doğru gitmemiz gerekiyor, Uzungöl’den henüz çıkmıştık ki, bir eski köy evinde yaşlı bir teyzeyi görüyoruz araba ile geçerken, hemen duruyoruz, selam verelim, sohpet edelim istiyoruz. Önce biraz şaşırıyor ama sonraları tüm sıkıntılarını anlattığı, dert arkadaşı oluyoruz. O da gidişattan hiç memnun değil «mahvoldu buralar» diyor ancak «benim yaşımda ilerledi zaten beyim de yanımda yatıyor» diyor (mezarını gösteriyor hemen arkasında) «bende sıkıldım artık kurtulayım» diyor. Kimsesi kalmamış. Kendince uğraşıları olan bir teyze, bize temizlediği mısır koçanlarından vermeye çalışıyor ama bizim dönüşümüze kadar bunlar bozulur diyip geri çeviriyoruz.
Cevdet Sunay Müze Evi / Ataköy
Tatlı teyzeyle vedalaşıp yola koyuluyoruz. Biraz ileride Ataköy yol ayrımından Ataköy’e sapıyoruz, yine tırmanmaya başlıyor ve 5. Cumhurbaşkanımız Cevdet Sunay’ın Müze Evi’ni görmek için heyecanlanıyoruz. Doğduğu büyüdüğü bu evin şu anda müze olması oldukça güzel. Oldukça tepede olan evin önünde park edecek alan yok, hatta yollar ancak bir arabanın geçebileceği kadar geniş ama ileride boş alanlara park edebilirsiniz. Kapıyı tıklatıyoruz, kapalı. Öğlen tatilinde. Kapıda yazan cep telefonundan hemen müze görevlisini arıyoruz. Kendisi yan evde anahtar olduğunu, alıp girebileceğimizi söylüyor. Ama yanda da kimse yok. Bekleriz problem değil diyoruz. Ama kendisi oraya kadar geldiğimizi gördüğünden kıyamıyor ve gelip kapıyı açıyor.
Ev tamamen harabe durumdan aslına uygun olarak tekrar yapılmış. İçeride oldukça eski ve nostaljik objeler mobilyalar var. En güzeli Astronot başlığına benzeyen, küçüklüğümüzden hatırladımız televizyon var. Cevdet Sunay’ın kullandığı eşyalar, kitapları, ve fotoğrafları bu müzede bulabilirsiniz. Günde 3-5 kişinin gezdiği bu müze ücretsiz. Şimdi Rize yollarındayız.