Şub 10 2013

15 günde 3000 km 1.Bölüm ”Kastamonu, Taşköprü, İnebolu”

Doğu turumuzu yapabilmek için fırsatları kollarken, ilk adımı attık ve çalışma hayatımızda ilk defa bayram ile birlikte iznimizi birleştirip Ekim ayında 2 hafta İstanbuldan kaçmaya karar verdik. Ancak tam bu sırada Suriye olaylarının büyümesi, terör olaylarının artması neticesinde ailece gereksiz bir riske girmektense, farklı bir rota çizip merak ettiğimiz yerleri görmeye karar verdik.

Gezilerin en heyecanlı kısımları gezi öncesi yaşanan araştırma kısımları bizim için. Nerede ne yenir, nerede kalalım, neleri görelim gibi soruların cevaplarını araştırmak inanılmaz bir keyif katıyor gezilerimize. Uzun uğraşlar sonucu haritadan da görebileceğiniz gibi ”Kastamonu, Taşköprü, İnebolu, Sinop, İnceburun, Amasya, Sivas, Konya ve Antalya ile gezimizi sınırlandırıp, bayramı da Burdur’da geçirmek üzere programımızı kurguladık.

Önce size kısaca tur ile ilgili bilgi verelim, yaklaşık 3000 km sürecek yol. 2 yaşında oğlumuzun yol boyunca sıkılmaması için gideceğimiz yerlerin 2-3 saat uzaklıkta olmasını istedik. Çünkü bu gezi bizim için bir de ilki yaşatacak: Gündüz yolculuğu. Belli bir süreden sonra çocukları arabada tutmak tam bir sanat işi :). Hatırlarsanız bu sebeple genelde yolculuklarımızı gece yapıyorduk ve oğlumuz da biz de çok rahattık.. Yollar genel olarak çok güzel. Karadenizin sahildeki virajlı yolları hariç hemen her yer yeni yapılıyor ya da yapılmış.. Bir tek Aksaray-Konya arası yol bozuktu.

Otellerde önceden rezervasyon yapmadık ancak konaklama yapacağımız şehirlerdeki beğendiğimiz otellerin alternatifli olarak isimlerini aldık. Havanın Sivas’a doğru soğuyacağını düşünerek kalın giysilerimizi de yanımıza aldık. Ancak seyahatimiz boyunca şaşırtıcı şekilde sağanak yağmurlu ve soğuk Antalya hariç her yer sıcacıktı.. Şimdi gezi notlarımıza başlayalım.. :)

12 Ekim Cumartesi akşamı eşyalarımızı hazırladık ve aracımıza yükledik, gece uyanıp hemen yola çıkmak için sabırsızlanıyoruz. Bebek arabamız biraz büyük ve yer kaplıyor ama araçta 3 kişi olduğumuzdan içeri alırız gibi düşüncelere sahibiz. Tam bagaja yüklerken bir vidası çıkıyor ve demiri yerinden oynuyor. Karanlıkta bulamadığımızdan baston bebek arabasını yanımıza almaya karar veriyoruz. Her işte hayır var derler ya, iyiki de küçük baston bebek arabasını almışız yoksa nasıl sığacakmışız bilmiyoruz :)

Gece 3 gibi yola çıkıyoruz, yol genel olarak hem sakin, hem de rahat. Otobanda Bolu’yu geçince Karabük ayrımından çıkıp Kastamonu tabelalarını izlemeniz yeterli. Toplamda 5.5 saat sürdü yolculuğumuz. Sabah Kastamonu’ya 8.30 gibi varınca şehrin henüz uyanmadığını gördük. Her yer de kuş sesleri ve sakinlik hakimdi. Konaklama için Toprakçılar konağına doğru ilerlerken yol üzerinde Uğurlu Konakları’nı görüp duruyoruz. Maksat fiyat almak, oteli kıyaslamak. Ancak temiz oluşu, tarihi yapısı ve çalışanların güleryüzü bir anda fikrimizi değiştiriyor ve kendimizi odaya yerleşirken buluyoruz (Geceliği 130 TL).. Oda + kahvaltı ücretine ek olarak bize bu sabahki kahvaltıyı da ücretsiz vereceğini söyleyen görevliye samimi ve sıcak tavırları için teşekkür ediyoruz.

İlk gezimizi dinlendikten sonra öğlene doğru Kastamonu Kalesi‘ne yapıyoruz. Şehre hakim güzel bir noktada ve heryere buradan bakıp fikir sahibi olabiliyorsunuz. Kaleye giden yollarda eski tarihi sokaklar da çok güzel evlerle karşılaşıyoruz. Resimlerini çeke çeke iniyoruz tepeden. Tüm karşılaştığımız yapılar bize şehrin ne denli önemli ve tarihi olduğunu hatırlatır gibi bakıyor.  Atabeygazi Camii (1273) etkileyici ve dimdik ayakta, ileride Saat Kulesi şık ve güzel durşuyla övgüyü hakediyor. Bu arada dikkatimizi çeken şehrin yeşillikleri oluyor. Her yer yemyeşil, olması gerektiği gibi..ne kadar da güzel. Saat kulesi’nden karşı tepeye Kastamonu Kalesi’ne doğru bakınca kale’nin 112 metre yukarıda olduğunu hatırlıyoruz. :)

Valilik binası, rektörlük binası gibi önemli binaların tarihi olması, su kanallarının çimlendirilmesi, meydanın geniş ve güzel olması şehri sıcak kılıyor. Su kanalları bir çok şehirde var ve maalesef beton olarak bırakılıyor, ayrıca çirkinliği şehre de yansıyor. Aracımızı uygun bir yere park ettikten sonra yürüyerek şehri tanıyoruz. Eski sokaklar arasından geçiyoruz, Nasrullah Camii, Nasrullah Şadırvanı derken, tarihi hanların içine giriyoruz ardından kendimizi Münire Medresesi‘nde buluyoruz. 21 adet odadan oluşan tarihi yapıda artık el sanatları ürünleri satılıyor, birşeyler yiyip içebiliyorsunuz.. Mekanlar keyifli ve güzel. Medresenin bir ucunda isimsiz bir restorant bulunuyor. Kalabalık iyidir diyerek girip ‘Kastamonu Mantısı’ ve yöreye ait ‘Tirit’ yemeklerini sipariş ediyoruz. Oldukça lezzetli olan bu yemekleri mutlaka tadın.

Akşam üzerinde doğru sarımsaklarıyla ünlü, meşhur Taşköprü’ye gitmeye karar veriyoruz. Şehir merkezinden yaklaşık 30 dakika sonra Taşköprü‘ye varıyoruz. Girişi adını verdiği taş köprü üzerinden yapıyorsunuz. Belediye sarayının sokağına aracımızı park ediyoruz ve yürüyoruz. Merkezdeki tarihi evler yorgunlar, ancak Taş Camii diri ve önemli bir eser olarak görülmeyi hakediyor. Oğlumuzun sıkılmasına fırsat vermeden park içerisindeki çay bahçesinde mola veriyoruz. Biraz vakit geçirdikten sonra butik otelimize dönüyoruz.

Sabah erken kalkıp eşyalarımızı topluyoruz. Hedefimiz İnebolu orada bir gece konaklayıp Sinop’a geçmek. Ama bir süprizimiz var: Biz eşyaları toplarken oğlumuzun elinde bir ara arabamızın anahtarını görüyoruz..ama yanımızda olduğu için birşey demedik..bir yandan bavullar küçük bir toparlanma telaşı.. eşyaları arabaya yüklemek için gittiğimizde anahtarın olmadığını farkettik. :) uzun uzun aramalar sonuçsuz kaldı. Hay bin kunduz! Nerede bu anahtar diye hayıflanırken otel personeli de seferber oldu odayı tekrar aradılar falan filan..oğlumuz Can’a sorduğumuzda o da sadece mavi diyor. :) Çıldırmamak elde değil. Sonradan dank etti ve bavul içerisindeki mavi çantayı bir hışımla açtık.. evet anahtarı Can oraya koymuştu..Gülelim mi ağlayalım mı bilemedik ama iyi bir ders oldu bu bize..

Yola çıkınca Kastamonu’lu arkadaşlarımızın bir önerisini yerine getirmek için Çatak Kanyonu’na doğru rotamızı çeviriyoruz. Bu kanyonun etkileyici manzarasından herkes bahseder dururdu..Burada bize bir noktaya kadar navigasyon cihazımız yardım etti, kanyona giderken içinden geçtiğimiz köyden sonra ise telefon bile çekmez oldu. Yol bitti. Toprak..Çakıl..yol daraldı..daraldıı..daraldıııı ve sonunda girişine geldik. Tabelada ”Küre Dağları Milli Parkı Çatak Kanyonu Girişi” yazıyor. Ağaçlar üzerinde gitmeniz gereken yürüyüş yolunu işaretler ile çizmişler. Etrafta bizden başka kimse yok. Dağda bir başımıza başlıyoruz yürümeye. Yer yer engebeli olan bu yürüyüş rotasında en büyük keyfi zorlu patikalarda kucakta giden Can yaşıyor.. :) Biz kan ter içinde kalmışız o oyun derdinde. Elinde sopası sağa sola sataşıyor. Yaklaşık yarım saat yürüyoruz orman içinde. Orman oldukça sık dokulu, şehir ormanları gibi değil ve yeterince tedirgin edici, özellikle de sizden başka civarda ses yoksa..Kafamızda kurmaya başladık oğlumuza çaktırmadan ayı çıkarsa naparız diye. En son bilmeden yürüdüğümüz Artvin Karagöl rotası meğerse ayıların sıkça görüldüğü bir rotaymış. En küçük bir şansınız bile yok karşılaşırsanız :) Bir de ailemizin küçük ferdi söz konusu olunca geri dönmeye karar veriyoruz. Kanyona varamadık. Evet kesinlikle az kalmıştı.. Ancak hem yorulduk, hem gerildik.. Hızlıca gerisin geriye dönüyoruz. Kanyon girişinde hatıra fotoğrafı çekiliyoruz. Göremedik ama temiz havasını soluduk, ormanda güzelce vakit geçirdik bu da yeter..

Dönüşte dağdan iniyoruz ve köyde gördüğümüz tek insan yaşlı bir amca ile ayak üstü laflıyoruz. Amca 80 yaşlarında. Hala çalışıyor evinin önünde. İlk sorumuz ”-dede ormandan geri döndük ayı varmı buralarda..?” cevap ”-burada ayılar var ama.. geceleri oluyor..yalnız gitmeyin..” ??!! Dönmemiz doğru karar diye seviniyoruz.. Koskoca köyde 5 ev kalmış yaşayan, kışın ise 2 ev. Herkes gitti diyor amca üzgün bir şekilde. İstanbul’da oğullarım, kızlarım..Burda doğdum burdayım ben gitmem bir yere diyor. Bir köpeği kalmış yanında. Eşi vefat etmiş. Tek başına ne yapar, ne yer, ne içer bilinmez ama bizi duygulandırdı ve uzun uzun düşündürdü.. Bütün gezide aklımızdan çıkmadı bu dede..Resim çekilme isteğimizi reddediyor ve yolumuza devam ediyoruz.

İneboluya gitmek Küre dağlarını aşmakla oluyor. Bu yollar Milli Mücadele yıllarında oldukça önemliydi. Bu önemi bilerek konuşa konuşa gidiyoruz. Can aldığı taze oksijenle arabada uyuya kaldı bile.. Hava güzel, etraf yemyeşil yol almak çok keyifli hakikaten. İnsanın kendi ile başbaşa kaldığı güzel nadir anlardan aslında. Yollar dağ yolu olduğu için virajlı ancak güzel. Bu arada bir tarihi evin önünden geçtiğimizi farkediyoruz, ileride durup tekrar geliyoruz çünkü bu yer hiç yabancı değil fotoğraflarını görmüştük. Yaklaşınca farkediyoruz ki burası ”Tarihi Ecevit Hanı”. Ne yenir ne içilir derseniz tabiki Ecevit çorbası. Biz içtik güzel, lezzetli bir çorbaydı. Ancak işletme sahibi ya yoğundu ya da biraz soğuktu bilemedik. Bir an önce yiyip gitmemizi istermişcesine hareket edince bizde sıkıldık. Sonradan anladık ki akşama düğün varmış onun hazırlıkları sürüyormuş. Restorasyonu yeni biten han’ın üst katı aynı zamanda otel olarak işletiliyor.

Duvarlarda milli mücadele dönemine ait resimler var. Silahlarımızın taşınmasında önemli bir liman olan İnebolu’dan, gelen tüm mühimmat buralardan geçiyor. Geçerken de askerlerimiz dinleniyor.. Han’ın en temel özelliği bu. İnebolu’ya 35 km kalmış biz planlarımızı konaklarız sabah gezeriz diye yaparken, etrafın güzelliğine bakakalıyoruz. Küre dağları hakikaten çok güzel. Ara sıra durup yol kenarında manzara izliyor, fotoğraf çekiliyoruz.

İnebolu‘ya vardığımızda sahile park ediyoruz. Yanımızda jandarmanın aracı var. Onlarla bir süre sohpet ediyoruz, ”-Merkezi neresi buranın, gezeceğiz de..” diyoruz. ”-Burası. Siz nereyi aradınız? diyor Jandarma.” Etrafa bakınıyoruz, gayet kötü. Ama moralimizi bozmuyoruz. tarihi İnebolu böyle beton içerisinde olamaz güzel bir yeri vardır diyoruz. Yürüyor yürüyor ancak daracık sokaklarda bir de kaldırıma park eden arabalarla boğuşmaktan hiç keyif alamıyoruz. Bir kaç kişiye birşeyler soruyoruz..Bilen yok..Esnaftan kapı önünde duran düzgün birine burada yabancı olduğumuzu ve kültürel nereyi görebileceğimizi soruyoruz.

Biraz düşünüyor, ”-Şu yukarıda yeni yapılan evler var..site..diyor. Güzelmiş oraları..” Yahu kardeşim hiç mi tanımıyorsun yaşadığın yeri, bari biraz tanı. Söyleyecek iki çift lafın olsun gelene..! Arrgghh….Söylene söylene İnebolu’dan çıkıyoruz. Tarihi bir tek ismi kalmış.. Üzücü ama insanımızın acımasızlığı tarihe geçmişe verdiği önemsizliği çok açık hissediyorsunuz..Kalmak ne kelime yola devam Sinop’ta kalırız. Zaten sahil yolu nefis manzaralıymış. Bakına bakına gideriz.. Akşam üzeri oluyor..

Sinop 143 km diye bir tabela var.. İyi 1.5 saat sonra gideriz diye hesap yaparken tam 3 saat sonra varıyoruz. İnebolu Sinop arası binlerce virajdan oluşan karanlıkta hiç çekilmeyen bir yol. :) Dön dön dön…Bir sağa bir sola…Arakada oturanların vay haline. Yollar daracık, kimi köyler terkedilmiş..kimi yerlerde heyelan olmuş iki araba zor geçiyor.. malum karadeniz kıyısı ve geniş yolların olabileceği alan maalesef yok. Bütün gezimiz boyunca en zorlandığımız yol (yorgunluk olarak) burasıydı. Sanki 1000 km yol yaptık hiç durmadan.  Yer yer heyelan olmuş, yol çökmüş, sürekli bakım onarım..bir de viraj+havanın kararması.. Sinop’a girince rahatlıyoruz…