İğneada

Hava sıcak ve kavurucu. Aslında birazda serinlemek istiyoruz. Bu yaz yaptığımız Almanya seyahati sonrası eksikliğini hissetiğimiz bir dinlenme istiyoruz. Denize girip bol bol oturmak. Hemen yakın yerleri kitaplardan kurcalayıp karıştırıyoruz. Karşımıza İğneada çıkıveriyor. Biraz araştırma yaptıktan sonra, plajına yapılan övgüleri kontrol etmek amacıyla yola koyuluyoruz.

Cumartesi öğlene doğru yola koyuluyoruz. Toplam vardığımızda yapılan yol 270 km idi. Yaklaşık 3 saat süren yolculuk muhteşem bir keyiflikte sürdü. Otomobil firmaları zaman zaman yeni araçları için parkurlar belirliyorlar bizce bu yol da kesinlikle bunlardan biri olabilir. Otobandan Lüleburgaz ayrımına kadar ilerliyorsunuz. Yol buraya kadar oldukça akıcı. Burada otobandan ayrılıp Pınarhisar tarafına doğru ilerliyorsunuz. Orada da sizi Demirköy/İğneada tabelaları karşılıyor ve yönlendirmenizi yapıyor. Sonra yol sizi dağların arasından kıvrıla kıvrıla İğneada’nın merkezine kadar götürüyor. Yolculuk sırasında Lüleburgaz ayrımına gelirken sağanak bir yağmur başladı. “-Aman” dedik “-ne güzel yağıyor, özlemişiz!” Bu yağmur biraz sonra bize ayçiçek tarlalarının arasından geçerken inanılmaz güzellikte renk cümbüşleri sundu. Her yer alabildiğine Ayçiçek tarlası! Sarı, yeşil ve kahverengi birbirine karışıyor. Sürekli köy, kasaba yollarından geçiyorsunuz, yollar hafif kıvrımlı ilerliyor. Tek kelime “Muhteşem!”

En güzeli de Demirköy tarafına döndükten sonra başlayan ve bize yine Almanyayı hatırlatan yoğunluktaki ormanlar ve yeşilliklerdi. Hep orada “-yahu asfalt bitiyor yeşillik başlıyor?” diyorduk. Demirköy yolu bize “-bak bende de var” diye cevabını verdi. Hava bir anda yine açıyor bu sefer yağmur suları buharlaşıyor, güneş ışığı bir yana, otlayan koyunlar, keçiler bir yana, ağaçlar bir yana… Otur izle. Bırak yol almayı! Bir kaç kare fotoğraftan sonra yolumuza devam ediyoruz.

İğneadaya geliyoruz ama bir anda kendimizi meydanda buluyoruz. Karışık geliyor ilk bakışta. Nereye park edip ne yapacağımızı sorguluyoruz. Yürüyüş yapıp çevreyi tanımaya karar veriyoruz. MTA İğneada plajında yaptığı araştırlar ile kumunda altın bulunduğunu kanıtlamış. Fakat plaj o kadar kalabalık ki, tam bir curcuna. Bunun yanında sahilde gezinen inekler, eşekler ve köpekler de cabası… Bir kaç pansiyon bakınıyoruz hepsi dolu. Tam kapasite oluyormuş Cumartesi günleri. (Önceden yer ayırtmakta fayda var.) Biraz şehri turlamaya başlıyoruz. Aslında kıyı şeridinde beton binalardan başka birde plajı var. Hepsi bu. İçimiz acıyor bir anda. Bu kadar güzel bir kıyı şeridi bu kadar çarpık olmamalı. Bu çarpıklığı akşam hava karardığında daha iyi anlıyoruz ve ortalık tezgahtarlarında katılımıyla tam bir karman çorman hava yaratıyor. Öyle ki yiyecek bir iki yer haricinde doğru dürüst bir yer bulabilmekte zor. Böyle sezonlarda da esnaf tam bir “tok esnaf”. Yarın yemek ile beraber hemen döneriz diye biraz boynu bükük bir plan değişikliği yapıyoruz. Açıkçası kitaplarda yazan güzelliklerden eser yok?

 

Sahil şeridi boyunca yaptığımız yürüyüş ile bir çok göl/gölet belirliyoruz. Burada bulunan sazlıklar daha sonraları kesilerek Hollanda’ya ihraç ediliyormuş. Yine sahilin bittiği noktada bir kaç devlet kampı bulunuyor. Buraların ilerisinde de balıkçıların barınakları, limanı ve balıkçı restoranlarının bulunduğu tepede başka bir alana geliyorsunuz. Burası şehri tam tepeden görüyor. Manzara eşliğinde balık yiyoruz. Porsiyonu Hamsi 6, İstavrit 6, Alabalık 10, Lüfer 12 diye fiyatlandırmışlar. Kredi kartı da geçiyor bir çok yerde. Kalacak bir yer ayarlayıp, kırık koltuklarda oldukça kötü bir uykudan ve buraya 40 ytl oda parası ödedikten sonra sabah Bulgaristan sınırına doğru hareket ediyoruz. Biraz keşif yapıp hemen İstanbula döneceğiz diye programlıyoruz. Gelecekleri tavsiyemiz plaj oldukça kalabalık, eli yüzü düzgün tesis sayısı bir kaç adedi geçemiyor maalesef, fiyatlar çok abartılı değil ama yinede sorarak yiyip içmekte fayda var. Bir daha gelirmisiniz diye sorarsanız, aslında “-geldik gördük. Teşekkür ederiz.” diye cevap veririz herhalde.. :)