Ağu
1
2008
Beğendik Köyü’nden Dupnisaya doğru hareket ediyoruz. Tüm geldiğimiz yolu tekrar geri dönerek, İğneada üzerinden geçiyor ve Demirköy’e kadar ilerliyoruz.
Tepeler dağlara, ağaçlar ormana dönüşüyor. Demirköye geliyorsunuz. (Hatırlayalım :), buradan zaten İğneada’ya gelerken geçmiştik. Tekrar aynı yolu gelmiş olduk.) Demirköy’e ulaştığınızda sizi Dupnisa tabelası içeriye doğru yönlendiriyor. Yol yaklaşık 21 km sürüyor. Köylerin arasından dağların virajlı yollarından geçerek gidiyorsunuz. Yol bizi büyüledi. O kadar çok bitki örtüsü, ağaç var ki bunlar yer yer yolu bile kapatacak düzeye gelmiş, virajlarda önünüzü göremeyebiliyorsunuz. Derin bir oh çekiyoruz temiz oksijeni içimize alarak. Bir müddet gittikten sonra ya mağarayı kaçırdığımızı düşündük, ya da yanlış yöne gittiğimizi. Bir tane dahi olsun bir tabela yok Demirköyden beri. 8-9km gelmişiz. Hiç bir yöne sapmadan yolumuza devam ediyoruz. Biraz sonra bir tabela görüyoruz oldukça ufak Dupnisa 11 km diyor. Tamam diyoruz doğru yoldayız :).
Yola devam..sağ sol derken oldukça güzel bir köye geliyoruz, tam köyün içerisinden devam ederken yine son saniyede farkedebileceğiniz küçük bir tabela ile sizi toprak bir yola yönlendiriyor yurdum tabelası. Yolun son 5 km lik kısmına geldiğimizi çeşme başındaki 2 gençten öğreniyoruz. Yanlız yol o kadar toz ve toprak ki kışın oluşan sis bulutundan daha yoğun bir dumanın içerisinde gidiyosunuz. Karşılıklı araç trafiği de arttığından göz gözü görmüyor. Bu yüzden klimalı bir araç tercih edin en azından camlaraı sıkı sıkıya kapatırsınız. Hele hele motorsikleti sakın denemeyin :) çimento düşmüş gibi varıyorsunuz mağaraya. Yolun son 5 km sini niçin asfaltlamadıklarını konuşa konuşa mağaraya varıyoruz. 20-25 kadar araç bulunuyor. Hemen ağaçların altında büfe gibi bir yer bulunmakta, burada et çeşitlerinden tosta kadar birçok yiyecek bulmak mümkün. Jandarma aracı da burada bulunuyor, “-her ihtimale karşılık burada tatilcilerin aracını koruyoruz.” diyor Jandarma komutanı.
Giriş 1.5 ytl. Ağaçların yanında bilet kesen bir görevli var. Biletlerimizi alıp orman içine doğru yürümeye başlıyoruz. Zaten girişe doğru tabelalar yönlendiriyor. Yürürken inanılmaz bir oluşum ile resmen roma dönemi mimarisini andıran bir köprünün altından geçiyoruz. Fakat daha enteresanı bu köprü tamamen doğa yapımı, bir kaç milyon yılda oluşmuş. Giriş kapısından geçiyoruz içerisi 10 dereceye iniyor. Bir şoklama oluyodr bizim için, dışarısı 25 derece içerisi 10 derece…
Girdiğimiz andan itibaren şarıl şarıl akan sular heryeri kaplamış, küçük birdere gibi içeriden dışarıya çıkıyor ve inanılmaz tazelikte, buz gibi. Tavanların yüksekliği inanılmaz. Sarkıtlar dikitler her yerde. Mağaranın yaşı yaklaşık 3-4 milyon yılmış. Bizim gezdiğimiz kısım iki kattan oluşuyor ve toplamda 400 m. gibi bir alan. Ama mağaranın büyüklüğü bizim giremediğimiz kısımlar ile beraber 3-4 km’yi buluyormuş. Buralara sadece özel izinle mağaracılar girebiliyor tabiki. Alt kat olarak adlandırdığımız kısım bol sulu, her yerden bir su çıkıyor ve damlıyor. Üst kat ise daha merdivenleri çıkarken ısınmaya başlıyor ve en tepede 17 dereceye varıyor. Burası daha kuru ve sadece sarkıtlar dikitler var. Taplam gezimiz bir yarım saatimizi alıyor. Fakat mağaranın iriliği ve ihtişamı görmeye değer. Yolunuz buralara düşerse mutlaka Dupnisa mağarasını da görmeden gitmeyin, Eve en fazla bir saat gecikirsiniz.
Bu arada dönüşte bir balık restoranında Manda-Dana yoğurdu yedik. Oldukça lezzetli o kadar sıkı duruyor ki tereyağ kalıbı gibi gözüküyor. Mutlaka deneyin, bazı yerlerde ev için paketlerde de satılıyor. 3.5 kg 15 ytl. Bilginize.
1 comment | tags: Dupnisa Mağarası, İğneada, Trakya | posted in Türkiye
Tem
29
2008
Hava sıcak ve kavurucu. Aslında birazda serinlemek istiyoruz. Bu yaz yaptığımız Almanya seyahati sonrası eksikliğini hissetiğimiz bir dinlenme istiyoruz. Denize girip bol bol oturmak. Hemen yakın yerleri kitaplardan kurcalayıp karıştırıyoruz. Karşımıza İğneada çıkıveriyor. Biraz araştırma yaptıktan sonra, plajına yapılan övgüleri kontrol etmek amacıyla yola koyuluyoruz.
Cumartesi öğlene doğru yola koyuluyoruz. Toplam vardığımızda yapılan yol 270 km idi. Yaklaşık 3 saat süren yolculuk muhteşem bir keyiflikte sürdü. Otomobil firmaları zaman zaman yeni araçları için parkurlar belirliyorlar bizce bu yol da kesinlikle bunlardan biri olabilir. Otobandan Lüleburgaz ayrımına kadar ilerliyorsunuz. Yol buraya kadar oldukça akıcı. Burada otobandan ayrılıp Pınarhisar tarafına doğru ilerliyorsunuz. Orada da sizi Demirköy/İğneada tabelaları karşılıyor ve yönlendirmenizi yapıyor. Sonra yol sizi dağların arasından kıvrıla kıvrıla İğneada’nın merkezine kadar götürüyor. Yolculuk sırasında Lüleburgaz ayrımına gelirken sağanak bir yağmur başladı. “-Aman” dedik “-ne güzel yağıyor, özlemişiz!” Bu yağmur biraz sonra bize ayçiçek tarlalarının arasından geçerken inanılmaz güzellikte renk cümbüşleri sundu. Her yer alabildiğine Ayçiçek tarlası! Sarı, yeşil ve kahverengi birbirine karışıyor. Sürekli köy, kasaba yollarından geçiyorsunuz, yollar hafif kıvrımlı ilerliyor. Tek kelime “Muhteşem!”
En güzeli de Demirköy tarafına döndükten sonra başlayan ve bize yine Almanyayı hatırlatan yoğunluktaki ormanlar ve yeşilliklerdi. Hep orada “-yahu asfalt bitiyor yeşillik başlıyor?” diyorduk. Demirköy yolu bize “-bak bende de var” diye cevabını verdi. Hava bir anda yine açıyor bu sefer yağmur suları buharlaşıyor, güneş ışığı bir yana, otlayan koyunlar, keçiler bir yana, ağaçlar bir yana… Otur izle. Bırak yol almayı! Bir kaç kare fotoğraftan sonra yolumuza devam ediyoruz.
İğneadaya geliyoruz ama bir anda kendimizi meydanda buluyoruz. Karışık geliyor ilk bakışta. Nereye park edip ne yapacağımızı sorguluyoruz. Yürüyüş yapıp çevreyi tanımaya karar veriyoruz. MTA İğneada plajında yaptığı araştırlar ile kumunda altın bulunduğunu kanıtlamış. Fakat plaj o kadar kalabalık ki, tam bir curcuna. Bunun yanında sahilde gezinen inekler, eşekler ve köpekler de cabası… Bir kaç pansiyon bakınıyoruz hepsi dolu. Tam kapasite oluyormuş Cumartesi günleri. (Önceden yer ayırtmakta fayda var.) Biraz şehri turlamaya başlıyoruz. Aslında kıyı şeridinde beton binalardan başka birde plajı var. Hepsi bu. İçimiz acıyor bir anda. Bu kadar güzel bir kıyı şeridi bu kadar çarpık olmamalı. Bu çarpıklığı akşam hava karardığında daha iyi anlıyoruz ve ortalık tezgahtarlarında katılımıyla tam bir karman çorman hava yaratıyor. Öyle ki yiyecek bir iki yer haricinde doğru dürüst bir yer bulabilmekte zor. Böyle sezonlarda da esnaf tam bir “tok esnaf”. Yarın yemek ile beraber hemen döneriz diye biraz boynu bükük bir plan değişikliği yapıyoruz. Açıkçası kitaplarda yazan güzelliklerden eser yok?
Sahil şeridi boyunca yaptığımız yürüyüş ile bir çok göl/gölet belirliyoruz. Burada bulunan sazlıklar daha sonraları kesilerek Hollanda’ya ihraç ediliyormuş. Yine sahilin bittiği noktada bir kaç devlet kampı bulunuyor. Buraların ilerisinde de balıkçıların barınakları, limanı ve balıkçı restoranlarının bulunduğu tepede başka bir alana geliyorsunuz. Burası şehri tam tepeden görüyor. Manzara eşliğinde balık yiyoruz. Porsiyonu Hamsi 6, İstavrit 6, Alabalık 10, Lüfer 12 diye fiyatlandırmışlar. Kredi kartı da geçiyor bir çok yerde. Kalacak bir yer ayarlayıp, kırık koltuklarda oldukça kötü bir uykudan ve buraya 40 ytl oda parası ödedikten sonra sabah Bulgaristan sınırına doğru hareket ediyoruz. Biraz keşif yapıp hemen İstanbula döneceğiz diye programlıyoruz. Gelecekleri tavsiyemiz plaj oldukça kalabalık, eli yüzü düzgün tesis sayısı bir kaç adedi geçemiyor maalesef, fiyatlar çok abartılı değil ama yinede sorarak yiyip içmekte fayda var. Bir daha gelirmisiniz diye sorarsanız, aslında “-geldik gördük. Teşekkür ederiz.” diye cevap veririz herhalde.. :)
no comments | tags: İğneada | posted in Türkiye