Eyl 6 2013

2013’ün en iyi 3. seyahat blogu seçildik!

İlk ödülümüzü 2009 yılında almıştık. Yola çıktıktan tam 2 sene sonra.

Bu sene ise Seyahat Blogları Topluluğu ve Momondo tarafından düzenlenen ‘Türkiye’nin En İyi Seyahat Blogları’ yarışmasında halk oylamasında 1. jüri değerlendirmesinde ise 3. olduk. Bu ne demek? Her sene artan ziyaretçi demek, her sene daha da çok sevilmek demek, nereye gitmeli denince akla gelen ilk sitelerden biri olmak demek… :) Bu bizi çok mutlu ediyor..

İlk yazılarımızdan bu yana çok şey değişti ama değişmeyen tek bir kriterimiz var ‘samimi olmak’. Yaşadıklarımızı tek tek yazdık bugüne kadar. İyisiyle kötüsüyle… Bundan sonra da aynen devam edeceğiz gücümüz yettiğince.

Gelen güzel mesajlarınız ve destekleriniz için teşekkür ediyoruz. Nice gezilerde görüşmek üzere..

Sevgiler.
Çiftçigüzelleri


Ağu 21 2013

”Es..es..ki..ki” Eskişehir

”Eskişehir tam bir Avrupa şehri”, ”Çok modern bir şehir”… gibi konuşmalara hep şahit olmuşsunuzdur. Bizim de Eskişehir’li bir çok arkadaşımız var ve onlar da hem bahsederler hem de davet ederlerdi bizleri. Bayramın ilk günü İstanbul’da aile buluşmamızı gerçekleştirdikten sonra ikinci ve üçüncü günü için Eskişehir’e doğru yola koyuluyoruz. Bu sefer turumuz çoluk çocuk kalabalık..

Odunpazarı içerisinde Han Royal Otel’de yerlerimizi ayırtıyoruz ve sabah 8.00 gibi yola koyuluyoruz. Yol, 300 km’lik İstanbul’a olan uzaklığı ve sakin bir kullanım ile 2.5 saat sürüyor durmaksızın.. Zaten bayram için gidenler bu saate kalmadığından yollar sessiz ve ıssız..

Şehir merkezine geldiğimiz bütün yollar bulvarlar özenle düzenlenmiş hissi veriyor. Kimi şehirlere girerken (örn. Bursa, İzmir..) şehrin gecekondu dokusu, beton yığınları, karmaşası sizi sıkar. Halbuki şehrin tamamı böyle olmasa da ilk izlenimler heyecan yaratmaz. Burada tam tersi. Yeşillikler, geniş yollar, bisiklet yolları, mahalle aralarındaki parklar.. İnce ince düzenlenmiş, titizlikle yerleştirilmiş gibi duruyor. Navigasyonumuz ile Odunpazarı’na kadar rahatça ulaşıyoruz. Otelimize gitmeden Odunpazarı merkezinde Tiryakizede Camii‘nin hemen yanında İnci Börek Aile Çay Evi‘ni görüyoruz. Burası sabah akşam sürekli kalabalıktı.. Biz de sabah sabah hem çocukları doyurmak hem de çayımızı yudumlamak için duruyoruz. İlk dikkatimizi çeken sokakların ne kadar temiz olduğu. Bağırtı gürültü yok. Tarihi Odunpazarı Evleri Türk mimarisinin özgün örneklerini bizlere hatırlatıyor ve gezmek için sabırsızlanıyoruz.

Artık öğlen olmakta ve hemen otelimize gidiyoruz. Odalarımızın bir kısmı hazır bir kısmı değil. Bu sebeple bebek arabalarını alıp akşama gelmeyi planlıyoruz. Malum gezi listemiz kalabalık.. Otel görevlileri bıkmadan usanmadan bizim her sorumuza cevap veriyor, anlatıyorlar.. Bir harita temin ediyoruz. Haritadan anlıyoruz ki Eskişehir profesyonelce hazırlanmış turistlere.. İlk rotamız Kurşunlu Camii..

Otelimize 5 dakika yürüme mesafesinde olan Kurşunlu Camii ve Külliyesi 1515-1525 yıllarında saray mimarı Acem Ali’ye yaptırılmış. Külliyenin kervansaray kısmının da Mimar Sinan tarafından yapıldığı bilinmekte. Bu eser Mimar Sinan’ın Eskişehir’deki tek eseri. Külliye içerisinde Camii, Lületaşı Müzesi, El Sanatları Çarşısı, Cam Sanatları Merkezi ve Semahane bulunmakta. Cam sanatları müzesi içerisinde belirli saat aralıklarıyla cama nasıl şekil verildiği gösteriliyor. Bir cam ustası 1200 derecelik fırınlarda gözlerinizin önünde sanatını konuşturuyor ve bizler de ağzımız açık izliyoruz. Bu gösteriyi kaçırmayın sakın. Lületaşı Müzesi yine aynı şekilde heyecan verici, El Sanatları Çarşısı’nda ise hediyelik eşyalardan tutun da, Hat Tezhip gibi Türk Süsleme Sanatları’na ait eserler alabilirsiniz..


Biraz daha aşağıya yürüyoruz ve Atlıhan El Sanatları Çarşısı‘nı geziyoruz. Bu han 1850’li yıllarda pazarda mallarını satmaya gelen insanların kendilerinin ve hayvanlarının konaklamaları için yaptırılmış.. İki kattan oluşuyor ve tamamen el sanatları ürünlerinin yapıldığı ve satıldığı bir yer halinde turistleri ağırlıyor. Burada bir miktar hediyelik alıyoruz eşimize dostumuza ve şimdiki durağımız karşıdaki fırın. Evet bildiğiniz fırın. Fırının önünde bir askı ve üzerinde yazı: ”Bu askıdaki ekmekler ihtiyaç sahiplerine ücretsizdir”. Yani o kadar okuduk duyduk ama burada gördük. Çok keyiflendik. Kesinlikle her yere yaygınlaşmalı. Askıdaki ekmekler bir artıyor bir azalıyor kimin aldığını görmüyorsunuz ve çok büyük bir haz alıyorsunuz. Biz de hemen askıya ekmek takıyoruz.

Hava çok sıcak ama biz ara sokaklarda yürüyoruz. Sokakların her biri nefis. Evler şahane. Kimi daha yeni restore oluyor, kimi bitmiş. Aşağıya Porsuk Çayı‘na, yani şehir merkezine kadar 15 dakika yürüyoruz. Bir yandan tramvay geçiyor modern yüzüyle, diğer yanda Porsuk Çayı’nda tekneler ve gondollar ilerliyor. Her yer dolu, kıpır kıpır.. Bu şehir gerçekten hareketli ve neşeli. :) Çok sevdik bu şehri.

Gondol gezisi kas gücü gerektiğinden oldukça kısa sürüyor ancak biraz daha ileride Hollanda kanallarında görmeye alışık olduğunuz türden tekneler ile daha uzun bir tur yapma şansınız var. Biri toplam 20 dakika süren gezinti turu, diğeri şehrin diğer ucu otogara kadar götüren dolmuş botu.. Artık nasıl denirse :) Biniyorsunuz otogarda iniyorsunuz. Kısa tur yaptık çocuklarla. Hava çok sıcak olduğundan tekne içerisi çok ısınıyor, yeterli geldi :) ..

Bir şehri en iyi tanımanın yolu toplu taşıma ile bir şehir turudur der dururuz. Burada da Eskart alıp tramvaya biniyoruz. Biraz pişman oluyoruz çünkü çok kalabalık. Bebek arabaları bu noktada bize sıkıntı oluyor. Son durak otogar orada da iniyoruz zaten. Yolun karşısında KentPark var. Nefis bir park. Çocukların özgürce koşup oynayabileceği, isterse midilli atlara binebileceği, isterse 5 tl karşılığı halk plajından havuza gireceği (özel plaj 20 tl), acıkırlarsa ailelerin güzel kafelerde yemek yiyebileceği nefis bir yer! Yani bir şehirden beklentiniz daha ne olabilir ki. İnsanca yaşamak. Eskişehir bunu hakikaten çok güzel başarmış. Kocaman bir tebrik!

Akşama kadar parkta vakit geçiriyoruz. Hem biz dinleniyoruz, hem çocuklar neşe ile cıvıldıyorlar. Akşam yemeğimizi Çibörek ile yapmak istiyoruz. Kırım Çibörekçisi‘ni öneriyor herkes. Bizde yürüye yürüye yerini zar zor buluyoruz. Telefon açıyoruz gitmeden ama bize 20.30’da kapanıyoruz gelmeyin diyorlar. Daha yarım saat var ve açız! :) nasıl koştuğumuzu bilemedik. 20.10’da oradaydık. Biraz suratlar düştü biz kalabalık ve kapanmaya yakın gidince ama lezzet güzeldi. Çalışanlar ile daha sonra sohpet ettik ve kapanmaya yakın gelince eldeki hamurdan bize yetirmeye çalışmışlar, gündüz gelin daha güzel çibörek yersiniz diye de tembihlediler. Bir porsiyonda 5 adet var ama açken insan en az iki porsiyon götürür diye tahmin ediyoruz. :)

Otele’de yürüyerek dönüyoruz, ama artık herkesin pestili çıktı. Nasıl uyuduğumuzu bilemedik. Bu arada biraz Han Royal Otel’den bahsedelim. Kaldığımız yer bir butik otel ve geçen sene (2012) açılmış. 12 odası olan otelde herşey tertemiz ve güzeldi. Kahvaltıda oldukça doyurucu ve ne kadar isterseniz ek yapabiliyorlar. Otopark yok, sokaklarda bulduğunuz yere park ediyorsunuz ama her yer müsait olduğundan bu noktada sıkıntı yaşanmıyor.

Ertesi sabah ilk iş yine ara sokaklardan yürüyerek Osmanlı Evi‘ne gitmek. Gidiyoruz ama kapalı. Oldukça güzel ahşap işçiliği olduğu söylenen evin diğer bir özelliği de Atatürk’ün geldiğinde bu konakta misafir edilmesi. Sıra, filmini izlediğimizde bizlerde derin izler bırakan Devrim Arabası‘nı görmekte. TÜLOMSAŞ fabrikasına gidiyoruz. Görevliler tüm nezaketiyle bizi karşılıyor. Bir görevli bizimle gelip bir yandan etrafı anlatıyor, diğer yandan şehirle ilgili güzel bilgiler veriyor yardımcı oluyor. Fabrikanın içerisi de çok güzel. Devrim Arabası’na gidene kadar yeşillikler ve ağaçlar arasından ilerliyorsunuz. Cumhuriyet dönemi mimarisine sahip fabrika halen çalışır durumda ve kazalı-arızalı trenlerin tamir ve bakımları yapılmakta.

Gelelim ”Devrim”e. Türkiye’nin ilk otomobili. Oldukça kısa bir sürede tasarımından üretimine tamamen bize ait. Arabaya özel bir camekan yapmışlar dış etkenlerin olumsuzluklarından korumak için. Tarifi anlatılmaz bir burukluk kaplıyor içimizi. Bu kadar büyük bir projenin bu kadar kısa bir sürede çöpe atılması, emeklerin heba edilmesi anlaşılır gibi değil. Belki de şu anda otomobil sektörümüz dünyaya yön veren bir konumdaydı. Neyse sinirimizi bastırıyoruz, ne de olsa gezi blogu bizimki :) .. Biraz resim çektikten sonra şehrin diğer tarafında Anadolu Üniversitesi‘nin tam karşısında Havacılık Müzesi var. Çocukların ilgisini çeker diye düşünüp rotamızı oraya çeviriyoruz.

Bir dönem Hava Kuvvetlerimize hizmet etmiş uçak, helikopter ve gereçleri burada duruyor. Çocukken her geçişlerinde modellerini saydığımız devasa uçaklar şimdi burada sessiz ve yorgun bize bakıyorlar. Ayrıca kahraman şehit pilotumuz Cengiz Topel‘in bir heykeli de bulunmakta.

Tren otogarı’nın önnünden geçerken Köfteci Ali tabelasını görüyoruz. Arkadaşlarımız daha önce önermişlerdi burayı. Hemen durup köfteleri midemize indiriyoruz. Lezzetli köfteler midemizi bozsa da denemekte fayda var. Yemek molasından sonra otelimizde dinleniyoruz, çocuklar öğlen uykusuna yatıyor. Biz de biraz lak lak yapıyoruz otelin arka bahçesinde.

Uyandıklarında ilk işimiz Sazova’daki Bilim ve Sanat Parkı oluyor. İçerisindeki tren ücretsiz. Parklar harika. Yeşillikler muhteşem. Daha ne diyelim. Bir Avrupa kentinde parka giriyormuşçasına modern ve güzel. Emeği geçenlere bir kez daha tebrik! Buradaki korsan gemisi bire bir boyutta inşa edilmiş. İlerideki şatonun her bir kulesi aslında Türkiye’deki bir kule, espri müthiş! Çocuklar ne mi yaptı? Hepsi çıldırdılar.. Yorulduklarında bir şeyler içebileceğiniz restoran ve kafeler de mevcut.. Akşam gezimizi bitirdik ve bayram trafiğine kalmamak ve sabah erkenden yola koyulmak için otelimize döndük.

Gelelim Eskişehir’e: Keşke Anadolu’daki bütün şehirler burası gibi olsa. İnsanlara hakettikleri gibi bir şehir yapmak demek ki istenince oluyormuş. Bir başka alkışlanacak durum da; şehrin coğrafi olarak düz yapısı bisikletli kullanıma da olanak vermiş, belediye de çok güzel değerlendirip bisiklet yolları yapmış. Vallahi bravo! Emeği geçen herkese bravo!.. Merak ettiniz değil mi Eskişehir’i. Bir gün de olsa atlayıp gelin. Hatta hızlı tren ile birlikte günübirlik bile çok rahat gelinebilir.. :)


Haz 27 2013

Yunanistan -2: Selanik, Preveze, Parga, Thassos Adası

Yunanistan gezisinin 1. kısmını kaçıranlar buradan okuyabilirler.

Saat 14.00 gibi yola koyuluyoruz artık Selanik için hereket zamanı. Otobana çıkıyoruz yine navigasyonumuzla. Yollar aslında bizim duble yollar ile aynı. Selanik’e kadar olan kısımlar ve sonrası uzunca bir süre virajlı çok hız yapamıyorsunuz. 30-40 km’de bir otoban ortasında gişe olduğundan para ödeye ödeye gidiyorsunuz. Önemli bir notumuz var burada; otoban üzerinde kesinlikle benzin istasyonu yok. Akşamları benzinlikler kapalı. Tatil günlerinde kapalı..v.s.v.s.. Benzin almak için otobandan çıkmak ve tekrar girmek zorundasınız. Bu yüzden benzimizi çeyrek depo kaldığında ya da benzinci gördüğümüz anda hep doldurduk..

Selanik varış saatimiz 16.30.. Otelimiz Tourist Hotel. Eski bir yapı. Yüksek tavanlı eski İstanbul binaları gibi. Ancak şehrin tam merkezinde ve her yere yürüme mesafesinde. Girişteki görevli ile konuşup bisikletleri otelin deposuna alıyoruz. Arabalarımızı da iki sokak yandaki kapalı otoparka. Otopark otelin değil sadece anlaşmalı. Günlük 20 Euro. Genel olarak kahvaltısı vasat, odaları temiz, sahibi sıcak kanlı bir otel. Sadece eşyalar biraz fazla gıcırdıyor yaşı gereği..  Biz sadece 1 gece konaklayacağımızdan detaylara takılmıyoruz.

Selanik, 500 yıl boyunca bizim egemenliğimiz altında kaldı. Osmanlı devleti döneminde Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin bir arada yaşadığı önemli bir kültür merkezi konumunda bulundu. Ancak ne yazıktır ki şehir Balkan savaşları sırasında Tahsin Paşa komutasında şaşırtıcı biçimde hiç bir direniş gösterilmeden düşmana teslim edildi. Bundan sonra da bütün eserler ve tarih üzücü biçimde tahrip edildi, yok edildi. Şimdi ise 2000’lerden sonra yavaş yavaş insanlar korkmadan din ve dillerini yaşamaya yeniden başlıyorlar.

Eşyalarımızı bırakıp hemen dışarı çıkıyoruz. Bu sefer şehri tanımak için bisikletlerimizi de alıyoruz. İlk dikkatimizi çeken şey küçük bir İstanbul ya da İzmir gibi hareketli olması ve bayanların oldukça fazla sayıda motorsiklet kullanması. Dükkanlar, binalar, evler, insanlar şık.. Selanik Yunanistan’ın ikinci büyük şehri. Bütün kafeler restorantlar tıklım tıklım. Herkes keyifli.. Bizde şehrin düz ayak olmasından faydalanıp 1 saatlik şehir turumuzu yapıyoruz bisikletler ile.

Bu turda bize en şaşırtıcı gelen binaların altındaki benzin istasyonlarıydı. Burda demek ki birşey demiyorlar? :) Radyo binası, parklar derken ulu önderimiz Atatürk’ün evine kadar gittik. Malesef restorasyonda olan evi sadece dışarıdan görebildik. Ancak bir iki gün içerisinde evin açılacağını da öğrendik. Siz bu satırları okurken ev açık olur mutlaka..

Gündüzü hareketli olan şehrin geceleri daha da bir hareketli. Sokaklar cıvıl cıvıl, ışıl ışıl. Aristotelous Meydanı çok keyifli. Geniş bir meydan etrafında hep kafeler ve restorantlar var. Akşam yemeği için gittiğimiz ‘’Frutti Di Mare’’ gerek ilgisi, gerekse mekan ve lezzetleriyle bizden tam puan aldı. Burayı kesinlikle size öneririz.

Bisikletti, geziydi derken iyice yorulmuşuz. Hemen otelimizde dinleniyoruz ve sabah gezisi için enerji depoluyoruz. Sabah ilk iş bisikletler ile ‘Beyaz Kule’ ardından ise Aya Sofya Kilisesi’ni ziyaret ediyoruz. Aslında kilise dedik ama eskiden camii, sonrasında minaresini yıkıyorlar, kiliseye çeviriyorlar. Ardından ise Peleohiristiyan Bizans Anıtlarına gidiyoruz, zaten yol üzerinde. Ama dedik ya hiç bir açıklama yok. Kedinin ciğere baktığı gibi bakıp duruyorsunuz. Bilgi olsa bile kendi dillerinde yazıyorlar, yani yine anlamıyorsunuz. Şaka gibi. Bu konuda ülkemiz çok daha medeni. Zaten Avrupa Birliği’de Yunanlılara kızıyor bu noktada.. :) Öğlen yemeğimizi yine Frutti Di Mare’de yiyiyor ve hazır çocuklar uyku moduna girecekken bavullarımızı alıp otelden çıkış yapıyoruz. Otoparktan araçlarımızı alıyoruz, otobana çıkıyoruz. Rotamız bir tarihin değiştiği yer ‘’Preveze’’.

PREVEZE

Yaklaşık 4 saat sürüyor ulaşmamız. Otoban bitince gittiğimiz yollar hep gidiş geliş olan dar yollar. Tır ya da kamyonlara denk gelirseniz kuyruk oluyor tek tek geçiyorsunuz. Bizim yıllar önceki halimiz gibi. Ama yollar hep yeşillikler içerisinden gidiyor ve bizim de hiç acelemiz yok. :) Çok hayaller kurduk burada. Preveze deniz savaşı müzesi var mıdır acaba, yoksa eserleri nasıl görürüz, belki savaşları anlatan bir yer?…aman da aman..çok büyütmüşüz. Şehre girdiğimiz andan itibaren ne bir müze ne bir bilgi..! Adriyatik kıyısındaki bu güzel şehir küçük bir turistik kasabadan öteye geçememiş. Kim bilir belki de biz çok büyüttük gözümüzde.


Otelimiz Preveza City Otel. Girişteki bayan soğuk ve mesafeli. Ama odalar ve otel gayet temiz. Eşyalarımızı bırakıp yürüyüşe çıkıyoruz. Şehirde akşam üzeri olmasına rağmen in cin top oynuyor. Dükkanlar kapalı. En sonunda dayanamayıp birine soruyoruz, turist sezonu mu açılmadı diye. Aldığımız cevap aynen şu: ‘’- Buralarda 14.00 ile 17.00- 18.00 arasında insanlar dinlenir. Dükkanlar da bu sebeple kapalı.. Bir nevi siesta! :) Akşam olunca hareketlenir merak etmeyin.’’

Şehrin sahil şeridi neredeyse tamamen café- bar – restorant. Mekanlar güzel. Bütün gençler orada takılıyor. Ara sokaklar ise hep küçük balık lokantaları ile dolu. Genel olarak lezzetler güzel. Ağırlıklı balık ve ürünlerini yemenizi tavsiye ediyoruz. Şehir girişinde bulunan Nicopolis Antik kenti, şehir içerisinde Preveze Saat kulesi (1752) görülmeye değer. Şehirde iç kale (17yy.) duvarlarında dikkatli bakarsanız görebileceğiniz kalenin yapım tarihi Osmanlıca olarak bulunmakta. Bunu da fotoğraflayıp gezimizi sonlandırıyoruz..

Biz Preveze’de iki gece konaklayacağız, ikinci gün günübirlik Parga planımız var. Ama şimdiki aklımız olsa iki gece Parga’da konaklarız, buraya günübirlik geliriz. Yani tanımak için 1 gün yeterli buraya.

PARGA

Sabah parga için yola koyuluyoruz kahvaltı sonrası. Yaklaşık 60 km sahil şeridinden ve gidiş geliş bir yoldan gidiyorsunuz. Yol sıkıcı değil aksine manzaralar çok güzel. Parga son zamanlarda televizyon dizilerinde sürekli adı geçmesi nedeniyle popülerliği artan bir yer. Meşhur ‘’Pargalı’’nın memleketi. :) Preveze’den de küçük, kasaba havasında olan şehrin, renkli ve güzel mimarisi ile ilk anda insanları büyüleyen bir havası var.


Şehir merkezinde önce Parga kalesini görmek istiyoruz. Araba ile arka sokaklardan tarif alarak tepeye kadar çıkıyoruz. Park edip yürüyerek kaleye kolayca ulaşıyoruz. Tarif yapan esnaf arabanızı sokmayın oraya hem dar sokaklar hemde bir araba karşınıza gelirse çok sıkıntı çekersiniz diyerek bizi uyarmıştı. Hakikaten kaleye giden yol çok dar. Dikkat etmek gerekir.


Parga kalesi her kale gibi şehre hakim bir tepeye konumlanmış. Manzara nefis. Tabiki bilgi veren bir tabela yok. Hatta tarihi tabyalarımız, toplarımız yerlerde duruyor otların içerisinde.. İç kısımlara yürüdükçe bir yandan manzaraya bayılıyor diğer yandan kalenin harap durumuna üzülüyorsunuz. Kale içerisindeki ana bina ise şu anda café olarak hizmet veriyor. Bu arada kalede dikkatimizi çeken bir kapı var. Giriş kapısı. Bunca eser gezdik yıllardır, ilk defa böyle bir kapı gördük. Filmlerdeki gibi ince keskin demirler önemli bir durum karşısında yabancıları kapıdan uzak tutmaya yarıyor. Enteresan ve ilginç bir ayrıntı.


Kaleden aşağıya merkeze yine araçla inmeye karar veriyoruz, yokuşlar dik tekrar arabaları almaya yukarı çıkacak halimiz kalmaz diye düşündük çocuklarla.. :) Boş bir alan bulup park ediyoruz. Eski ara sokaklarda yürüyoruz. Evler taş ev ve çok güzel. Renk renk. Sol yeşil sağ turuncu.. Enfes. Etrafta Türkiye’den gelenlerin sesleri geliyor. Kameramanlar var şehri çekiyor röportaj yapıyor. Ne de olsa turistik bir merkezdeyiz. Burası sadece bizler için değil Avrupa’nın bir çok ülkesi için turistik bir yer.

Ardından sokaklarda yürüyoruz. Eski evlerin arasında. Her biri itina ile renk renk boyanmış. Her köşe başında hediyelik eşya satan dükkanlar mevcut. Hepsi sizing Türk olduğunuzu anladıkları anda başlıyorlar Türkçe konuşmaya.. :)

Yemek ve dondurma molası veriyoruz. Parga kebabının tadına bakıyoruz. Bizim sebzeli kebap gibi. Ancak lezzetler enfes. Sohbet ettiğimiz bir esnaf yukarıda Ali Paşa Kalesi’ni de görmemiz gerektiğini söylüyor. Hiç bir yerde bilgisine rastlamadığımız bu kaleyi görmek için tarif alıyoruz.



Köyün yukarı sırtlarına doğru tırmanıyoruz. Kaleyi gördüğümüz andan itibaren de tahmini olarak ona yaklaşıyoruz. Doğru tahmin! Yaklaşık Parga merkezden 15 dakika sonra kaledeyiz. Bizden başka kimseler yok. Yollarını bile ot kaplamış. Bir bilgi tabelası beklemek yersiz. Oldukça geniş ve 3 katlı bir kale. Mimarisi büyük ölçüde hala korunuyor. Ama kale topları her zamanki gibi görmeye alıştığımız biçimde yerlerde, otların arasında..harap bitap.. Kalenin bizimle konuşacak hali kalmamış gibi duruyor. Ama bulunduğu konum muhteşem. Parga’yı daha da yukarılardan görebilmek süper. Tünelleri, koridorları depoları olduğu gibi duran bu kaleyi görmeden dönmeyin. Bizim araba ile zor geldiğimiz noktaya bakıyoruz iki Alman turist yürüyerek geliyor dönüş yolunda. Tebrik ediyoruz selamlaşıyor ve devam ediyoruz. :) Plajlarını dolaşıyoruz Parga’nın. Biraz dinlenip akşam üzeri Preveze’ye dönüyoruz.

THASSOS ADASI (TAŞOZ)

Sabaha karşı 04.00 gibi Preveze’den ayrılıyoruz. Artık Türkiye’ye yaklaşma ve kalan son hedefimizi görme vakti. Thassos (Taşoz) Adası’na doğru yola koyuluyoruz.

Bütün geldiğimiz yolları tek tek dönüyoruz. Kavala sonrasında otobandan Keramoti istikametine dönüyoruz. Küçük bir kasaba. Burasının özelliği Thassos adasına geçilecek en yakın kara olması. Zaten yaklaştıkça yabancı plakalı arabalarda fazlalaşıyor. Kuyrukları v.s. saymazsanız Keramoti-Thassos feribot ile yaklaşık 50 dakika sürüyor.

Keramoti’ye vardığımızda feribot kuyuruğunu görünce biraz canı sıkılıyor insanın ama bütün arabaları alacak büyüklükte bir feribot yanaşıyor merak etmeyin. Araç modelini söylüyorsunuz ona gore para alıyorlar sizden. Yani Volkswagen demek yeterli değil illa Tiguan diyeceksiniz. Gişede duran yaşlı teyze için ‘’-Araba modellerini bilemez!’’ diye düşünmeyin. Fırçayı yersiniz. :)


Bir ikinci enteresan nokta da arabalı feribotta araçları kapı açılamayacak kadar dip dipe park ettiriyorlar. Biraz da orada tartıştık. ‘’-Yahu arabadan inemiyoruz‘’diyoruz ‘’-olsun’’ diyor adam! Herkez birbirinin arabasına çarparak iniyor. Feribot boş bile olsa böyle bi tuhaf!..

Thassos limanına indiriyor feribot. Oradan insanlar gidecekleri yere dağılıyorlar. Bizim otelimiz hemen limanda bulunan Akti Otel. Kapısının önüne kadar rahatça geliyoruz. 4 araçlık park yeri var ama her zaman park yeri bulmanız mümkün. Çünkü adada araç sıkıntısı yok. Her yere koyabilirsiniz. Park ettiğimiz anda sıcak kanlı tavırlarıyla otel sahibi geliyor. Genç bir karı koca işletiyor oteli. Bavullarımızı alıyor, odalara erkenden çıkartıyor. Sürekli bir ihtiyacımızın olup olmadığını soruyor.

Biz ada ile ilgili sorularımızı soruyoruz, bir sandalye çekip bize herşeyi anlatıyor, sıkılmadan.. Gitmemiz görmemiz gereken yerleri işaretliyor getirdiği harita üzerine. Otel odaları konforlu, ihtiyacınız olabilecek herşey mevcut. Ama kesinlikle lüks bir konfor değil. İyi bir pansiyon gibi hayal edin. Zaten fiyatı da ona göre 35 Euro oda fiyatı. Her yere yürüme mesafesinde. Hemen altında kahvaltılarda börek yiyebileceğiniz pastane mevcut. Pastane sahibi de bizi çok sevdi. Biz Türkçe öğrettik, o Yunanca öğretti bize her turist gibi.. :)

Ada çevresi yaklaşık 90 km. Tur atalım dediğinizde bir iki saat sürüyor durmadan. Sürekli viraj.. Ada beyaz mermerleriyle ünlü. Adayı tanımak için dolaşmaya karar veriyoruz. Yol üzerinde gördüğümüz güzel yerleri de bu gezi esnasında ziyaret ediyoruz. Panagia yoluna doğru ilerlerken sola doğru kıvrılan orman içi yoldan muhteşem güzellikte olan Saliara Plajına iniyoruz. Buraya mutlaka gidin. Yolun bir kısmı asfalt olsa da orman içerisinde hoplaya zıplaya yavaş yavaş ilerliyorsunuz. Yaklaşık 15 dakika süren zorlu yolculuk sonrası cennete gelmiş kadar oluyorsunuz. Enfes bir koy, muhteşem bir renkte deniz, sıfır yapılaşma. Tuvalet bile yok!.. Buraya bir çok araba geliyor, denize giriyor ve çıkıp gidiyor. Ama sezon açıldığında plajı işleten birileri mutlaka oluyormuş. Böylece sezlong, duş, wc gibi ihtiyaçları karşılamanız yüksek sezonda daha olası. :)


Yola devam, Panagia ve Potamia köylerinin içerisinden geçiyoruz, evler ve manzaralar oldukça güzel. Kıvrıla kıvrıla Archagelos Manastırı’na kadar geliyoruz. Bu manastırı dolaşıyoruz. Çıkarken kendi aramızdaki sohpetimizden girişteki görevli yaşlı amca bize takılıyor, ‘’- O zaman Turkçi konisalim!, nireden geliyorsiniz..’’ Gözleri ışıl ışıl oluyor İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince. Benim memleketim de Bursa diyor. ‘’-Bursa’nin köyündenim. Ama yillar unce buraya gelmisiz’’ diye ekliyor. ‘’-Mübadele zamanı mı?’’ sorumuza ‘’-Boşver uzin hikaye diyor. Hep bize Türkiye’yi soruyor. Semtleri, şehirleri.. Özlem içerisinde. Çok sevdiğini de ekliyor, hala arkadaşlarım var oralarda diyor. Sıkıca tuttuğu elimizi bırakmıyor. 10 dakika ayak üstü sohpet ediyoruz. Artık veda zamanı. O da bize görmemiz gereken yerleri anlatıyor. Türklerin olduğu yerleri söylüyor, İskeçe’ye mutlaka gidin diye de ekliyor. Dedemize sarılır gibi sarılıp vedalaşıyoruz. Duygusal bir an. Yunanistan gezimiz boyunca her yerde özellikle yaşlılar Türkçeye hakimler. İnsanlar sıcak kanlı. Eserlerimizin çokluğu ile de sanki kendi ülkemizin bir parçasında geziyormuşuz gibi rahatız. Ülkemizi ve olayları anlamamızın en iyi yolu etrafımızdaki ülkeleri anlamakmış meğer. Tarihimizi en net görebilmenin güzel bir şekli. Yıllarca düşman gördük. Ama burada durum çok farklı. Az kaldı birazdan sevgi böceği olacağız galiba! :)

Oğlumuz sıkıldı artık sohpetten, aracımıza atlayıp yolumuza devam ediyoruz ve yaklaşık 20 dakika sonra Theologos Köyü’ne varıyoruz. 1455 ve 1813 tarihleri arasında Osmanlı hakimiyetinde iken ada büyük bir pazar yeri ve adaların yönetim yeri olmuş. Rumlar, Türkler beraber yaşamışlar. Mübadele zamanında Anadolu Rumları yerleşmiş adaya. Herkesin Türkçe bilmesinin en önemli nedenlerinden biridir bu. Köy hareketli ve cıvıl cıvıl. Herkes gülümsüyor. Hayat buralarda daha da keyifli olsa gerek. Çocuklar koşturuyor, esnaf iş yapıyor. Bizim köylerimizin durumundan çok farklı. Türkiye’de köylerde artık oynayan çocuk bulmak, genç nüfus bulmak çok zor. Bir de şu dikkatimizi çekti; köy içerisinde ayakkabıcı bile var küçücük bir dükkan ama köylü o adamdan gelip alışveriş yapıyor.. benzincisinden, yemek yiyebileceğiniz lokantasına kadar ihtiyacınız olan her şeyi köyden alabilmeniz mümkün. Belki de insanları köylerinde tutabilmenin en güzel yolu bu? Bizim köylerde ise tek bulabildiğimiz esnaf bakkal…

Bu Theologos Köyü insana huzur veriyor. Eski evlerin mimarisi bizim eski evler gibi olduğundan hiç yabancılık çekmiyorsunuz. Hatta bir çok evin çatı kaplaması dikkatimizi çekti, kiremit yerine Kayrak Taşı ile kaplanmış çatılar oldukça güzel gözüküyor. Sokaklarda dolaşıyoruz. Müze tabelası görüyoruz ancak biz oradayken müze kapalıydı. Hava kararmak üzere yavaş yavaş tekrar yola koyuluyoruz, gün batımında turumuzu bitirmekte ayrı bir güzellik kattı. Otelimize park edip akşam limanı yani merkezi geziyoruz. Arka sokaklarda hediyelik eşya satan dükkanlar, cafeler, restorantlar ne ararsanız var.. Limanın sonuna doğru kısa bir yürüyüş ile gidip balık keyfinizi denize nazır yapabilirsiniz. Burada otelimizin önerdiği Simi Restaurant’ta nefis balıklar yiyebilirsiniz.  Fiyatlar Türkiye’den daha ucuz. Hele kalamar bir harikaydı. 5 kişi, 4 farklı balık 2 farklı meze (4 kişilik), salata, içecekler (alkolsüz) hepsi 54 euro tuttu. Yine aynı tarafta denize girebileceğiniz küçük plajlar var. Ücretsiz, bir şeyler yiyip içmeniz yeterli.

Ertesi gün her saat vapurun olduğunu öğrenip 11.00 vapuruyla anakaraya geçiyoruz. Dönüş yolunda İskeçe ve Dedeağaç’a da uğruyoruz ama kabaca aracımızla dolanıyoruz. Türkiye’ye giriş yapıp eve ulaşmak için biraz fazla oyalandık yollarda..

Özetle bu gezi gibi bir rotayı mutlaka gerçekleştirin. İnanın çok keyif alacaksınız. Balıkların tazeliğine mi, fiyatlara mı, insanların sıcaklığına mı, yeşilliklerin bolluğuna mı dersiniz, ne ararsanız var.


Haz 26 2013

Yunanistan -1: Gümülcine, Kavala

Yaz geliyor içimiz fıkır fıkır yine. Yunanistan yakınlığı sebebiyle sürekli aklımızın bir köşesindeydi. Nasıl bir tur olması gerektiğini planlarken hep istediğimiz otomobil ile Avrupa turunu da hesaba kattık ve aslında Yunanistan’a arabayla gitmenin bir ön hazırlık olabileceğini düşündük ve hemen hazırlıklara başladık. En güzeli de bu gezide ailece bisikletlerimizi de yanımıza alıyoruz!

Tabiki kafamızda kurdukça büyüttük, kaza olursa ne olur, gümrükte nasıl olacak, eşyalar, uluslararası ehliyet, triptik, hırsızlık.. İstanbul gibi büyük bir şehirde trafikte ne kadar riskimiz varsa orada da en fazla o kadar olur dedik ve işlemlere başladık.

İlk işlem vize başvurusu oldu. Arkadaşımızın şirketinde vize işlemlerine bakan biri ile anlaştık ve istediği evrakları kendisine teslim ettik. Vizeler dahil tüm işlemler için yetişkinlere 280 TL, çocuklara ise 120 TL ödedik. Bir sonraki hafta bize 2 ay, arkadaşlarımıza ise 6 aylık Schengen vizesinin çıktığını öğrendik. Süreler tamamen konsolosluğun kafasına göre verdiği zamanlama.

Yola çıkmadan 3-4 gün önce ise arabayı sürecek kişi için uluslararası ehliyet – 346 TL ve araç için uluslararası trafik sigortası – 63 Euro (yeşil belge). Bunların hepsini Turing kurumundan 10-15 dk. içerisinde alabiliyor ve burada kredi kartı ile ödeyebiliyorsunuz. Aslında bunları nakit parayla sınırda da yapabiliyorsunuz ancak biz işimizi sonraya bırakmak istemedik.

Bu işlemlerden sonra Yurtdışı çıkış harcımızı yatırmayı unutup tatile gideceğimiz ertesi günü beklemeye başladık. Rotamız; Gümülcine, Kavala, Selanik (1 gece konaklama), Preveze (2 gece konaklama), Parga ve Thassos (1 gece konaklama)adası’ndan ibaret. Şimdi gelelim gezi notlarımıza..

1 Mayıs sabahı henüz hava karanlıkken yola koyulduk. İpsala sınır kapısına varmamız 3-3,5 saat sürüyor. Yollar henüz tatil mevsimi olmamasından dolayı son derece tenha ve güzel. Sınıra varmak üzereyken depomuzu Türkiye tarafında son kez doldurup gümrük kapısına doğru ilerliyoruz. Artık hava aydınlanıyor. Kamyonlar ve bizden başka kimseler yok ortada..

İlk gişeye geldiğimizde görevli memur evraklarımızı soruyor ve bakma gereği bile duymadan giriş kapısını açıyor. Biz ‘’-arabanın tepesindeki bisikletleri kaydettirmemiz gerekir mi?’’ sorusunun cevabını bile ‘’-geç geç’’ olarak alıyoruz :). İleride ikinci gişe gözüküyor. Gidiyoruz camlardan içerisi gözükmüyor. Ancak camı açan biri de yok. Biz ne yapalım diye düşünürken korna sesimize gişede uyuyan memur camı açarak cevap veriyor. Uyandırdık sanırım :).. Meğer uyuya kalmış içerisi de gözükmeyince.. gelenin vay haline.. Evraklarımızı kontrol etti herşeyiniz tam ancak yurtdışı çıkış harcınız yok dedi. Bir anda iç ses ‘’-arrgghhh’’ dedi. :) Hemen arkadaki binada ödeyebileceğimizi ve tekrar gelmemizi söyledi.

Gittik ödemek için bir yazı, çalışma saatleri 8:30….. bir anda kendi kendimize kızdık. Daha bir kaç saat var! Camlar aynalı olduğundan içerisi de gözükmüyor. Biz söylenirken bir anda cam açıldı ve görevli memur evraklarımızı alıp yurtdışı çıkış pullarımızı verdi. Sevine sevine gidip pasaport kontrolüne tekrar verdik, damgalandı ve geçtik. Son olarak geldiğimiz kapıda araç kaydımızı yapan sivil görevlimiz iyi yolculuklar diledi ve sınır kapısını kaldırdı. Artık hüzünlü bir veda vakti gelmişti. Askerlerimize el salladık, Meriç nehrinin üzerinden yavaş yavaş ilerledik. Zaten tepemizdeki bisikletler ile bozuk yerlerde hızlı da gidemiyoruz. Hemen ileride yunan askerleri kenarda. Bu kez onlara selam verdik. Onlarda bize. Gümrüklerine geldiğimizde pasaport polisi bizi Türkçe karşıladı. Ehliyet, ruhsat ve evraklar dedi. :) Biz de uzattık. Damgaladı ve sınırdan geçtik. Bu kadar uzun anlatmamıza ragmen aslında tüm heyecan dolu bu serüven 10 dakika sürdü. Geçiş son derece basit ve hızlı aklınızda olsun.

Otobana çıkınca keyfimiz yerinde radyomuzda yunan müzikleri eşliğinde meraklı gözlerle baka baka gidiyoruz. Yer yer köylerde gördüğümüz camii minareleri buraların ya Türk köyü olduğunu ya da Müslüman bir bölgeden geçtiğimizi hatırlatıyor. Hız sınırı 130 ancak tepemizde bisikletler ile biz bu limitin zaten altındayız..

GÜMÜLCİNE

Yaklaşık yarım saat sonra Gümülcine’ye varıyoruz. Önceden gideceğimiz yerlerin hem Türkçelerini hem de Yunanca karşılıklarını not aldığımız için birilerine soru sorarken ya da navigasyonumuza adres girerken zorluk çekmiyoruz. Şehir merkezine vardığımızda henüz daha sabahın koru olduğundan bir çok yer ya kapalı ya da yeni açılıyor. Kısa bir şehir turu atıyoruz önce arabalarla, hem etrafı hızlı kolaçan etmek hem de müsait bir park yeri bulabilmek için en hızlı yol bu.. Türk nüfusun çokluğunu kapılardaki isimler ve işyerlerindeki tabelalardan rahatça anlıyorsunuz. Bir işyerine girip Türkçe adres soruyoruz ve hemen yardımcı oluyorlar. Arabamızı park etmek için gittiğimizde bizim konuştuklarımızı duyan esnaf hemen yardımcı oluyor oraya değil şuraya koyun ceza yemeyin gibi.. :)

Çocuklarla yürüyerek kısa bir tur atıyoruz merkezde. Nerede kahvaltı ederiz derken ‘Sultan Pastanesi’ gözümüze çarpıyor ve orada bulabildiğimiz standart poğaça-çay eşliğinde karnımızı doyuruyoruz. Hemen herkes bozukta olsa Türkçe biliyor ve o kadar nezaketli davranıyor ki insani duygularımız tavan yapıyor. Pastane sahibi batı trakyalı Türk bayan gezilecek yerin sadece bulunduğumuz yer ve arka sokakları diye ekliyor. Arka sokaklara girdiğimizde Osmanlı eserleri bizi karşılıyor. Yeni Camii (1585) ve Tarihi Saat Kulesi’ni (1885) inceliyoruz. Saat kulesi II.Abdülhamit fermanı ile yaptırılmış. Bir kaç kare resim çekip devam ediyoruz. Eski evleri görüyoruz ara sokaklarda biraz dikkatli baktığınızda Osmanlı mimarisi detaylarını yakalamanız mümkün.

Gümülcine küçük bir kent, bir saat kadar kalıp etrafa bakınıyoruz, ardından yola devam. Sırada Kavala var..

KAVALA

Gümülcine’den yaklaşık yarım saat  – 45 dk. sonra Kavala’ya varıyoruz. Turistik bir şehir. Şehre girerken karşımıza bir tabela çıkıyor, Türk kesimi kanlar içerisinde bir Kıbrıs haritası ve altında ‘’UNUTMAYACAĞIZ!’’ yazısı.. biraz sinir bozucu ve bizlerin bir anda milliyetçi damarına basan bir tabela. Yüzyıllar boyu Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki önemli merkezlerinden biri olan şehirde, yine yüzyıllar boyu insanlar bir arada kaldılar. Kardeşçe. Ama Avrupadaki devlet politikaları uzun yıllar maalesef Osmanlı izlerini silme pahasına bu kan duygusundan beslendiler.

Bu yukarıdaki satırları hep okur dinlerdik, buraya geldikten sonra hakikaten gördük ki hiç bir eserimizde bilgi yok, ismi yok, tarif yok, tarih yok.. kimi yerlerde  eserleri öylece bırakmışlar. Bakan yok. Siz bile yağmalayabilirsiniz. Enteresan. Sanki yıkılsın diye çürümesini bekliyorlar.. Neyse tarihi tarihçilere bırakıp gezimize dönüyoruz.

Şehre girerken yol, deniz kenarından gidiyor ve manzara nefis. Şehir merkezi tabelasını takip ediyoruz, Osmanlı dönemi eselerinin en önemlilerinden biri olan ve 16.yy’da yapılan Su Kemerleri‘nin altından geçiyoruz. Sabah erken saatler olmasına karşın şehir hareketli. Kısa bir tur atıp arabayla sahilin uç kısmında geniş ve güvenli bir otopark buluyoruz. Süre sınırlaması yok ve 1.90 euro.

Kafamızı kaldırınca eski Bizans ve Osmanlı kalesi bizi karşılıyor. Bizanslılar kaleyi yapıyor ama Osmanlı devleti kaleyi büyütüyor ve genişletiyor. Hemen yine gözle seçebildiğimiz Kavalalı Mehmet Ali Paşa Medresesi (şu anda otel olarak kullanılıyor ancak rehberli geziler mevcut) tipik Osmanlı mimarisiyle kendisini belli ediyor. Şehirde Mehmet Ali Paşa’nın heykeli de mevcut. Bir dönem Osmanlıya karşı başarılı bir şekilde ayaklandığı ve devlet için tehdit oluşturduğundan burada sevilen bir zat kendisi. :) Bize karşı kim varsa burda seviliyor işte işin özü..

Yürüyoruz, eski sokaklardan kaleye çıkmaya başlıyoruz ve tabiki sokaklar dik ve dar. Yolda önümüzü bir dede kesiyor. Konuşmalarımızdan Türk olduğumuzu anlıyor ve laflıyoruz. İlla şuraya gidin buraya gidin diye tembihliyor. Neler yaptığımızı soruyor, Türkiye’yi soruyor, Konstantin nasıl diyor.. Anlatıyor da anlatıyor. Sonra Yanımızdan geçen Alman turistlere Almanca laf atıyor ve sessizce aradan çıkıyoruz..


Kaleye çıkış yorucu ancak nefis manzara karşısında kesinlikle değer. Giriş 2.5 Euro. Toplarımızın gülleleri bile hala depoda duruyordu. Sokaklardan birinde eski Halil Bey Camii karşılıyor bizi. Artık kiliseye çevrilmiş ve kapalı giremiyoruz. Biraz dinlenip soluklandıktan sonra aşağıda iniyoruz yine farklı sokaklardan. Karşımıza çıkan ilk balıkçıda da balık yiyoruz. Yunan salatası dedikleri salatayı da sipariş ediyoruz. Balık ile bol salata ve yeşillik en dayanılmaz lezzet bizim için. Salata; domates, soğan ve salatalık söğüşü ancak farkı ise üzerindeki 2 parmak kalınlığındaki beyaz peyniri. Neredeyse salatayı ekmek arası yapıp yiyebilirsiniz. Doymanız garanti.. Turistik bir yerde yemememize rağmen insanlar Türkçe anlıyor ve yardımcı oluyor.

Aslında tüm Yunanistan gezimiz boyunca insanların sevecenliği ve yardımcılığı süperdi. Neredeyse herkes Türkçe biliyor. Hele yaşlılar sizinle oturup memleket sohpeti yapıyorlar. Kimi diyor ben Bursanın köyündenim, öbürü diyor ben Nevşehirliyim..çok keyifli..çok düşündürücü.. en güzeli elinizi sıkan kesinlikle bırakmıyor..


May 17 2013

15 günde 3000 km 4.Bölüm: Tokat; Ballıca Mağarası, Sivas; İnkilap Müzesi, Çifte Minareli Medrese, Buruciye Medresesi, Konya; Mevlana Müzesi

3. bölümü kaçıranlar buraya tıklayın :)

Amasya’dan çıkıyoruz, elma alalım, yol neredeydi falan darken saat 10.00 oluyor. Hedefimiz Sivas ancak yol üstü duraklarımıza Tokat Ballıca Mağarası ve öğlen acıkacağımızdan meşhur Tokat Kebabını ekliyoruz.

Yollar konusunda hiçbir sıkıntı yok. Keyifli ve güzel bir şekilde yolculuk yapıyorsunuz. Her yer duble yol olmuş. Tokat’a varmak üzereyken Ballıca mağarasının ününü duyduğumuzdan buraya uğramaya karar veriyoruz, Amasya – Tokat yolundan içeri giriyoruz, köylerin arasından geçiyor dağ tepe çıkıyoruz, bütün bunlar yarım saat sürüyor. Ballıca mağarası oldukça büyük bir mağara yüzlerce basamak ile inip çıkılıyor, içerisinde çok büyük galeriler mevcut. Oğlumuz ise çoktan öğlen uykusuna geçmiş durumda.. Bu yüzden arabada birimiz bekleyip tek tek içeri giriyoruz. Nefes nefese kalıyoruz inip çıkarken :) Görülmesi gereken bir yer ancak biz o kadar çok mağara gezdik ki burası artık bize heyecan vermiyor.

Tekrar Sivas yoluna çıkıyoruz, bu arada araştırmalarımızdan Mehmet Yaşin’in de beğenerek yediği Şehrazat Park Restorant’ta Tokat kebabı yemek için duruyoruz. Sivas yolu üzerinde, yeri oldukça basit ama Tokat çıkışında. Aracımızı park ediyoruz ve oğlumuz uyanıyor. Şehrazat Park Restorant oldukça büyük bir bahçesi olan yeşillik güzel bir yer.. Tokat kebabı yemek istediğimizi söylüyoruz. Garson siparişleri alıyor ve gidiyor. Önden aperatifler getiriyor. 10-20-30 dakika derken biz artık daralıyoruz ve nerede kaldı diyoruz.. Tokat kebabının dinlendire dinlendire pişirildiğini ve bu sebeple 45 dakikada masaya geldiğini öğreniyoruz. J Açlıktan hapur hapur götürüyoruz ancak yemesi zahmetli, lezzet açısından ise ortalamada kalıyor bizim için. Bu tarz yerlerde genelde televizyonlara çıktıktan sonra meşhur olunuyor ve genelde hizmet kalitesi ve lezzet Avrupa’da daha yukarılara çıkarken bizde tam tersi oluyor ve aşağıya iniyor. (Bu dediğimiz kesinlikle tecrübeyle sabittir :) .. Şehrazat Restorant için geçerli değil ancak bugüne kadar bir çok yerde yemek yedik bu şekilde adını duyuran ve şişirilmiş fiyatlardan tutun da sizing yüzünüze bilen bakmayan lokanta sahiplerine rastladık.. O yüzden televizyonlarda gurmelerimiz tarafından övgüyle bahsedilen yerlere giderken iki kere düşünmek lazım..)

Yedik içtik derken saat geç oluyor tabiki. Sivas’ta konaklama yapacağımızdan içimiz rahat ancak bir anda Sivas Kongresi’nin yapıldığı o muhteşem bina ‘İnkılap Müzesi’nin kaçta kapanacağı bize dert oluyor.. Yol bitmek bilmiyor gidiyoruz..16.30’da müzenin bulunduğu Alana geliyoruz telaş içerisinde. Arabaya park yeri bakarken bir yandan da arkada oğlumuzu hazırlıyoruz hava serin.. Araba içerisinde bir telaş havası hakim. Saat: 16.45.. Park yeri bulduk koşarak müzeye gidiyoruz. 16.50 içeriye adımı atarken girişteki memur gayet rahat bir tavırla ‘Gapandı gardeşim..’ diyor.. Kaçta kapanıyor diye soruyoruz 17.00 diyor. Eee daha 10 dakikamız var dedik ama dinlemiyor kapandı diyor başka bir şey demiyor. Yahu kardeşim bizden başka kimse yok. 2 yetişkin ve 2.5 yaşında bir de çocuk. Girsek ne olur kaç yüz kilometre yoldan sırf burası için gelmişiz adama anlatıyoruz..yok! Argghh!! Kendisi kraldan çok kralcı olduğu için geri adım atmıyor.. Bütün bunlar olurken müze müdürü çağır diyoruz.. Müdür gelince kendisine de yüzlerce km öteden müze için geldiğimizi anlatıp ‘Gezip Gördük’ kartvizitimizi gösteriyoruz. Kendisi tabiki buyrun diyor ancak hızlıca gezmemizi rica ediyor. Derin bir oh çekiyoruz.. Müze kartımız da olduğundan ücretsiz giriyoruz.

Üst kata çıkıyoruz. Bir ülkenin tohumlarının atıldığı alanlarda dolaşmak çok heyecan verici. Her odada ayrı bir anlatım var. Toplam 10 dakika içerisinde gezip çıkıyoruz. Fotoğraflar da bu yüzden istediğimiz gibi değil ama sizlere bir fikir verebilir kabaca.

Müzeden çıkınca bulunduğunuz meydan aslında şehrin de merkezi. Zaten bir çok önemli eseri de burada göreme şansınız var. Çifte Minareli Medrese (1271), hemen karşısında Şifaiye Medresesi (1217) Buruciye Medresesi (1271), Kale Camii (1574)’ni görebilirsiniz. Şifaiye Medresesi kapalı olduğundan içerisini göremedik ancak medreseyi yaptıran Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus ve ailesinin türbesi olduğunu biliyoruz. Buruciye medresesi içerisinde ise medreseyi yaptıran Burucerdioğlu Muzaffer bey ve ailesinin türbesi bulunuyor. Bu alanın karşısında Valilik binası bulunuyor, kendisi son derece güzel ve tarihi görünümünü koruyor. Bizden de alkış alıyor. Alışık değiliz böyle güzel devlet binası görmeye. :)

Aslında buradaki eserlerden de Sivas’ın tarih boyunca ne kadar önemli bir yer olduğunu anlıyorsunuz. En güzel Selçuklu mimarisini ve taş işçiliklerini burada görebilirsiniz. Hava kararmak üzere olduğundan ve artık yorulduğumuzdan Divriği’ne (160 km) gidemiyoruz. Otelimizi bulalım diye düşünürken aslında buraları gezdik yarın yola çıkacağımıza geceyi yolda geçirip Konya’ya varalım diyoruz. Eh peki o zaman.. tekrar yola koyulduk..

Konya’yı arayıp otelimizi (Rixos – 120 TL aile oda fiyatı) ayarlıyoruz. Yolun 5 saat süreceğini benzinciden öğrenip, devam ediyoruz. 1.5 saat sonra Kayseri’ye varıyoruz. Geçtiğimiz yollar nefis, yeni bitmiş ve neredeyse otoban gibi. Akşam yemeğimizi bir alışveriş merkezinde yapıyoruz. Gece 12 gibi Konya’ya giriyoruz ve hemen o yorgunlukla uyuyoruz.

Biraz ağır hareket edip, otelde öğlene kadar vakit geçiriyoruz. Hazırlıklarımızı yapıp öğlen Mevlana Müzesini görmek için oteli eşyalarımızla terk ediyoruz. Müze etrafı kazılmış. Her yer toz toprak. Yollar karman çorman. Aracımızı bir yere park edip yürüyoruz. Güneş sanki Ağustos ayı gibi sıcacık yapıyor.. Mevlana Müzesi oldukça kalabalık. Her yer turist kaynıyor. Kuyruklar bekliyorsunuz içeri girdikten sonra. Odalara belli sayıda insan girebildiğinden onların çıkması gerekli..

Müze son derece ihtişamlı ve etkileyici. 1-1.5 saat gibi burada kalıp devamında muhteşem Konya yemekleri ile kendimizi baş başa bırakmaya Konak Köşk Konya Mutfağı’na gidiyoruz. Güzel bir bahçesi var. Fiyatlar makul. Daha da önemlisi yemekler muhteşem. Biz Konya yemeklerinden tatmak istiyoruz dediğimizde hemen küçük porsiyonlarda tadımlık yemekler geliyor.. Bamya Çorbası, Yaprak Sarma, Fırın kebabı, Tirit, Ekmek Salması, Sebzeli Közleme.. Ardından Höşmerim ve Sac Arası tatlıları geldi. Yok hayır bu kadar hafif ve lezzetli iken tabakta bırakmak olmaz J .. Aslında gezi rotamız burada bitiyor. Konya’ya daha fazla vakit ayırmak için daha sonra tekrar geleceğiz. Vaktimiz kısıtlı. Programa uymak lazım.

Az sonra yola çıkıp Antalya’ya ailemizin yanına geçeceğiz. Oradan da Burdur’a ailemizin yanına.. Bayramı geçirmek üzere onlarla buluşmaya.. El öpmeye.. Ancak kapanış güzel ve lezzetli oldu. Konya’ya geldiğinizde hem Mevlana Müzesini hem de Konya mutfağını kaçırmayın..

Bir sonraki gezimizde görüşmek üzere..