“Edirne Gezisi”, Selimiye Camii, Selimiye Vakıf müzesi, İslam Eserleri Müzesi, Ciğerci Niyazi Usta, Bedesten, Kapıkule Sınır Kapısı, Uzunköprü

Uzunca bir süredir yollara çıkamıyorduk, sürekli yağmur, iş yoğunluğu..v.s. Ama canımıza tak etti :)  ve 23 Nisan sabahı dostlarımızı ve sevdiklerimiz ile toplanıp Edirne’ye doğru yola çıktık. Bu sefer bir farklılık yaptık ve kalabalık olduğumuzdan dolayı şöförlü minibüs kiraladık( 650 TL tüm gün, benzin, şöför, şöförün yemek parası ve bahşişi dahil). 18 kişilik minibüsümüz ile istediğimiz yere gidip birde araç kullanma yorgunluğundan kurtulmuş olduk.

Buluşmamız sabah 7.30’da Erenköy’de. Hemen doluşup yola çıkıyoruz. İstanbul yağmurlu ve soğuk. Ama canımızı bugün hiçbirşey sıkamaz. İkinci köprü yolunu kullanarak 3 saat 15 dk. sonra şehre giriş yapıyoruz. Edirneye 40 km kala açan güneş hem içimizi daha da heyecanlandırıyor, hemde bize ışıl ışıl bir enerji veriyor.

Yolu hiç bilmiyenler üzülmesin sadece tabelaları takip etmek yeterli oluyor. Kendinizi bir anda Selimiye Camii’nin önünde buluyorsunuz. Planlarımızda en öncelikli konumda bulunan ve Mimar Sinan’ın “-Ustalık eserim” dediği Selimiye Camii tüm ihtişamıyla şehre girerken uzaktan bile seçiliyor. Aracımızı hemen yol kenarına koyuyoruz, park görevlileri geliyor ve ücret alıyorlar. Ancak minibüsleri 3 saat’ten fazla tutmadıklarını söylemek zorundayız, hemen arkada başka bir parka yönlendiriyorlar.

Şehre ilk defa geldiğimizden midir bilinmez ama etrafta o kadar çok çingene var ki bir süre sonra tedirgin oluyorsunuz. Çünkü turist olarak geldiğiniz, fotoğraf makinalarından, çantalarınızdan ve etrafa meraklı meraklı bakmanızdan hemen belli oluyor. Sürekli dilenen birileri var, hemen yanınıza geliyorlar daha arabadan iner inmez. Selimiye Camii’ne doğru yürüyoruz. Şehirde dikkatimizi çeken başka bir hususta cıvıl cıvıl. Hoşumuza gidiyor. Şehrin bir ruhu olduğunu hemen hissediyorsunuz. Caminin önümüze gelen ilk giriş kapısından avlusuna doğru ilerliyoruz. Osmanlı döneminden kalan tarihi mezar taşları karşılıyor bizi. Her biri birer sanat eseri gibi işlenmiş. Vefat eden kişinin, mesleğini, rütbesini anlamanız mümkün şekillerine bakarak. Çok etkileniyoruz.

23 Nisan olmasından dolayı bir çok öğrenci grubuyla karşılaşıyoruz. Hepsi meraklı gözlerle oldukça yüksek minarelere bakıyorlar, duvarlara dokunup nasıl bu kadar güzel eserlerin o dönemlerde yapıldığını anlamaya çalışıyorlar. Günümüzde başka örneklerini maalesef göremediğimiz bu eserin artık içerisine girme vakti. Ayakkabılarımız çıkarıyoruz ve Selimiye Camii’ne giriyoruz. Kubbesinin yüksekliği insanı düşündürüyor. “Nasıl! Nasıl yapabildin bu güzel eseri! diyoruz içimizden.” 1569-1575 yıllarında inanılmaz bir teknoloji kullarak yaptığı bu muhteşem eser içerisinde ayrıca yerden kubbenin ortasına kadar bulunan muhteşem tezhip işlemeleri bizi suskunluğa itiyor. Üst kata çıkıyoruz, çık için kullanılan merdivenler daracık ve sanki sizi yüzlerce yıl öncesine götürür gibi etkileyici. Mimar Sinan hiçbir detayı atlamayarak bizlerin saygısını bir kez daha kazanıyor.

Selimiye Camii’nin kubbesi ile ilgili bir kaç teknik detay verirsek sanırız ihtişamını anlamanız daha kolay olacak. Yüksekliği 43.25 m, Çapı 31.25 m. Minarelerin yüksekliği ise daha da heyecan verici tam 70.89 metre! Daha önce asıl kubbeler yarım kubbelerin üzerinde yükselirken, burada Camii tek bir kubbe ile örtülmüş durumda. Biz bu notları alırken bir grubu gezdiren rehber bir anda sessizliği bozarak ezan okumaya başlıyor, henüz başlamışken yarım keserek tekrar duruyor. Biz ne olduğunu anlamaya çalışırken, ses önümüzden başlayıp yanlardan dolanıp, tekrar bu seferde arkamızdan geliyor. 440 yıl önce yapılan ses düzeni bizi titretiyor. Resmen evlerdeki sinema ses sistemleri gibi. Rehberin turistlere sesin nasıl doğru bir akustik ile ulaştığını göstermek için yaptığı bir gösteri olduğunu anlıyoruz.

Caminin bahçesi etrafında dolanıyoruz, oldukça büyük olan alan 22.200 m2 alan kaplıyor. Bahçe içerisinde hemen yanıbaşında o zaman ki ismiyle Dar’ül Kurra Medresesi şimdiki hali olan Selimiye Vakıf Müzesine giriş yapıyoruz, tabiki müze kartlarımız ile. Medrese içerisindeki tüm odalar artık müzedeki eserlerin sergilendiği birer oda halini almış. Neler yok ki bu müzede, el yazması Kur’an’lar, tezhipler, Minyatürler, o dönemde kullanılan saatler, camlar, eşyalar..v.s. bir dönemi anlayabilmek için mutlaka görmek ve bilmek gerekiyor. Hele el yazması Kur’an’ların 500-600 yy. önce yazıldığını, çizildiğini ve resmedildiğini bilmek, onlara 20-30 cm mesafeden bakmak çok heyecanlandırıyor. Kenar süslemesinde kullanılan altın hala parıl parıl parlıyor.

Müzeyi gezdikten sonra gruptan yavaş yavaş mırıldınmalar başlıyor. Nerede yemek yiyeceğizler ufak ufak kulağımıza geliyor. Ancak turumuza başlayalı hünez oldu ve bir iki yeri daha görelim diye duymazdan geliyoruz :) Yine Selimiye Camii bahçesi içerisinde bulunan “İslam Eserleri Müzesi”ni giriyoruz. Müze kartımız burada da geçiyor. Hatta gruptan bir çok kişi de bu karttan temin ediyor sayemizde :) İslam eserleri müzesi’de Selimiye Vakıf Müzesi gibi bir çok tarihi eseri barındırıyor. Yine mimarisi oda oda bölünmüş. Odalara girerken oldukça küçük kapılardan eğilerek içeri girmek durumunda kalıyorsunuz, bununda açıklaması şu şekilde. Odaların herbiri eğitim alınan yerler olduğu için girerken öğretmenin önünde eğilerek içeri girmiş oluyorsun ve saygı duyduğunu belirtmiş oluyorsun. Aslında hayattaki tüm güzellikler aslında bu ufak detaylar değil mi? Herşey düşünümüş ve tasarlanmış? Tıpkı Avrupanın şimdi yaptığı gibi. Ne kadar da uzaklaşmışız bi estetikten ve düşünceden artık. Duygusuz binalara hapsolmuşuz, yaşadığımızı sanıyoruz.. Neyse bu müzeyi gezerken artık homurdanmalar iyice artıyor ve herkes biran önce “Meşhur Edirne Tava Ciğeri” neredeyse yiyelim diyor.

Notlarımız arasında Mehmet Yaşin’in önerdiği bir lokanta var ancak bize müzedeki güvenlik görevlisinin önerdiği başka bir yer dikkatimizi çekiyor ve oraya yöneliyoruz. Aslında böyle durumlarda yerel halktan birilerine danışmak ve onların önerdiği yerlere gitmek bir noktada sizi doğru adrese de götürebiliyor. Tarih ile yürüyerek ulaştığımız Ciğerci Niyazi Usta, bizleri kapıda karşılıyor. Fakat yukarı kata çıkabilmek için bir kuyruk var. İnenlerin kuyruğu. Hmm…diyoruz demekki doğru adresteyiz! Masalar birleştiriliyor, hemen akabinde soğanlar ve domatesler masalara yerleştiriliyor. Meşhur Tava Ciğeri için sabırsızlanıyoruz. Bir kaç kişi 1.5 porsiyon yemek istediğini söylüyor ancak garson önce 1 getireyim sonra daha isterseniz getiririm diyerek frenliyor onları. Ciğerler geldiğinde ise garsona hak veriyoruz. Porsiyonlar oldukça doyurucu ve lezzetli. Soğansızda yemek olmaz şimdi bunu! Tabak tabak soğanlar bir süre sonra tükeniyor. Yemek istemeyenleri bile yediriyoruz yoksa araç inanılmaz bir hal alabilir :). 11 kişi için 88 TL hesap geliyor içecekler (ki ikişer ikişer içildi) ve salatalar dahil. Süper. Bizden 5 yıldızı alıyor. (www.cigerciniyaziusta.com.tr) Ayrılıyoruz oracıktan bir süre sonra…

Yemeğimizi yedik, karnımız tok. Artık mırıldanmaları kestik. :) Edirne’de hava o kadar güzel olduki artık tişörtler ile rahat rahat ilerleyebiliyoruz. Şehirde sürekli bir hareket var. Yemek sonrası tanımak için şehiriçinde bir yürüyüş yapıyoruz. Çarşı pazar, sokaklar arasında bir tur..

Her sokak, her köşesbaşında mutlaka bir tarihi ev, çeşme, bedesten ya da camii görmek mümkün. Bunlar aslında şehrin tam ortasında o kadar güzel konuşlanmışlar ki kötü bir mimarinin gelişmesine belki de engel olan ek sebep budur. Tabiki şehrin giriş ve diğer taraflarında günümüz kötü mimarisi ve şehir planlaması tüm hızıyla devam ediyor ancak henüz merkeze girmemiş. Gittiğimiz bir çok küçük, büyük anadolu şehrinde maaselef estetikten uzak yapılar, tamamen biçimsiz sokaklardan oluşan problemler göze çarpıyor. şehirlerin dokusunu koruyamıyoruz. Edirnede en azından merkezde bunu daha az hissetmeniz mümkün. Turumuz günübirlik olduğundan şehirde gezilecek bazı noktaları atlamak durumunda kalıyoruz. Şimdiki hedefimiz bedesten çarşısı.

Mimari olarak kapalı çarşıyı hatırlatan ancak çok daha sakin olan bir alışveriş merkezine dönüşmüş bu tarihi eserde, tüm dükkanlarda istediğiniz herşeyi bulmak mümkün. Hatta meşhur olarak tabir edilen meyve biçimindeki sabunları da görüyoruz, hepsi mis gibi kokuyor pırıl pırıl ancak pek ilgimizi çekmiyor. Kısa bir tur yapıp buradan çıkıyoruz. Sokaklarda bir süre daha yürüdükten sonra, buraya kadar gelmişken neder Kapıkule sınır kapısını görmüyoruz diyor ve koştura koştura minibüsümüze gidiyoruz. Yolda soduğumuz bir kişi 4-5 km uzakta desede yaklaşık 15 km uzaklıkta olduğunu giderken anlıyoruz. Görülecek pek fazla birşey yok, Bulgaristan nispet yaparcasına Avrupa Birliği bayrağını göndere çekmiş bizim tarafı selamlıyor. Yeni geçiş kapıları yapıldığından etraf biraz inşaat görünümünde. Hatıra fotoğrafı çekip tekrar şehre doğru hareket ediyoruz.

Midemiz bizden tavşan kanı çay beklentisi içine giriyor, soğanlarınızı eritmek için yoruldum, artık çay zamanı diyor. Meriç nehri kenarından Uzunköprüye ulaşıyoruz. Osmanlı döneminden kalan bir karakol binası var, belediye burayı çay içilebilecek bahçeli bir alan haline getirmiş. Nehir ve köprü manzarası eşliğinde çayınızı yudumluyorsunuz. Ancak servis bir yavaş bir yavaş anlatamayız. 1 saate yakın oturduğumuz masamızda 2 bardak çayı zor içtik. Fiyatlar yine ucuz burada da. (13 bardak çay, 1 ihlamur, 1 kahve, 11 TL)

Planımızda tarihi gar binasını görmek ve bir çok tarihi eseri de yaşamak vardı ancak artık akşam üzerine yaklaşıldığından bunları bir sonraki sefere saklayıp ormana doğru bir yürüyüş kararı alıyoruz. Bulunduğumuz noktadan mesire yeri olarak geçen orman içlerine kadar yürüyoruz. Burada bir çok faytoncu ile karşılaşabilirsiniz. Şehirde bir enteresan olan nokta da her kulağınıza gelen müziklerin hep hareketli ve oyun havası tadında olması. :) Belki de buradaki insanların içini cıvıl cıvıl yapan da budur? Kim bilir :)

Edirne gezimizi neşeli ve yorgun olarak tamamlıyoruz. Keşke tüm yorgunluklarımız böyle olsa diyerek İstanbul’un yolunu tutuyoruz..